Kült, esas olarak “din” anlamında kullanılsa da, din ve sosyoloji bilimlerinde, çevrelerindeki kültür veya toplumun genel veya anaarterin dışı gördüğü inanç, uygulama veya ibadetlere kendini adamış bir birleşik insan topluluğuna verilen isimdir.

Kitsch, varolan bir tarzın aşağı bir kopyası olan sanatı sınıflandırmak-ifade etmek için kullanılan Almanca bir terimdir.

Klişe (Fransızca: Cliché) uzun süre çok fazla kullanılmış ve artık etkisini yitirmiş ifade, fikir ya da öğelerdir.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Dirty Girl (2010)


80'li yılların sonlarında kayıp kuşak olarak adlandırılan "generation x" doğru. Bu kuşağa mensup gençlerin en belirgin özellikleri, toplum tarafından dışlanmış olmaları ve geleceğe dair umutlarını yitirmiş olmalarıydı. Aileleriyle nesil sorunları yaşayan bu gençler, siteme karşı gelmeyi tercih eden küçük bir kesimdi. İşte o kuşağa adanmış bir filmle karşı karşıyayız. Bir dönem filmi olarak da adlandırabileceğimiz "Dirty Girl", yakın geçmişe kendi gözleriyle bakmayı tercih ediyor.


Ana karakterimiz Danielle, okulun edepsiz, kurallara karşı gelen asi kızıdır. Ancak bir gün cinsel eğitim dersinde o günün şartlarını düşündüğümüzde, çizgiyi fazla aşınca okul yönetimi tarafından ona bir teklif sunulur. Ya okuldan atılacaktır, ya da okulun ezik tayfasının barındığı az gelişmişler sınıfına düşürülme cezası alır. Burada Clarke ismindeki gençle eşleşir. Bu sınıfta verilen ödeve göre un paketinden hayali bir çocuğa bakmakla yükümlüdürler. Bir anda hayali anne baba rolüne üstlenen bu ikili, başlarda birbirlerinden hoşlanmasalar da zamanla arkadaş olmaya başlarlar. Tabii bu da başlarına iş açacaktır. Çünkü Danielle, o doğmadan onu terk eden babasını aramaya giderken Clarke'ı da peşinden sürükler. Bunun sonucunda maceradan maceraya koşan bir ikili izleriz. 


Filmin bir dönem filmi olduğunu belirtmiştik. Aynı zamanda filmimize yol filmi de denebilir. Başlarda bir okul filmi havasında başlayan film, daha sonra arkadaşlık temasıyla yoğrularak yol filmi kıvamına getiriliyor. Bununla beraber kovalamacada kaçınılmaz oluyor. Kovalamaca derken, bazı ayrıntıları kaçırdım sanırım. Clarke, eşcinselliğini saklamaya çalışan bir genç... Babasının erkek gibi davranmasını istediğinden sürekli dövdüğü Clarke, erkeksi yanını daha fazla çıkarırsa, babasının onu askeri okula göndermeyeceğini düşünüyor. Bu yüzden de Clarke kendini sınırlandırıyor. 


İşte bu yolculuk sayesinde kabuğundan çıkmaya başlayan Clarke, bir yandan eşcinselliğini keşfederken, bir yandan baştan pek yıldızları barışmayan Danielle'in kader ortağı oluyor. Tabii bu ikili arayış içindeki ruhlarıyla uğraşırken, bir yandan da onlara verilen günlüklerini doldurarak un paketi çocuklarına bir hayat vermeye çalışıyorlar. Bunu takiben striptiz kulüpleri, otostpçu maceraları ve hayal kırıklıklarıyla deneyimlenen maceralar seyri ortaya çıkıyor. Tabii babanın öfkeli halinden dolayı, Clarke'ın annesi bir anlamda oğluna uzun zamandır veremediği şefkati vermeye çalışıyor. Ne de olsa anneler, çocukları nasıl hissederse hissetsin; bu katı dönemde bile oğullarının iyiliğini isterler. 


Juno Temple ve Jeremy Dozier'in canlandırdığı bu garip karakterlere, ilginç bir şekilde yan karakterlerde ufak bir yıldızlar kadrosu eşlik ediyor. Milla Jovovich, Mary Steenburgen, William H Macy ve Dwight Yoakam filmin ağır topları konumundalar. Daha doğrusu oyunculuk gösteren kişilerin tarafındalar. Çünkü film oyunculuk bakımından çok da hayra alamet değil. Karakterlerin abartılı çizilen mizaçları, buna ek olarak yapmacıklık düzeyinde seyreden duygusal anlarla beraber film bir anlamda ne yapacağını bilmeyen bir çocuk gibi. 


Yönetmenin kadınsı duygularla filmi fazla kişiselleştirdiğini söyleyebiliriz. Ancak yarattığı dünyanın bir tür kırmasından çok ucubeye benzemesi, tuhaf bir sinema deneyimi yaşamamıza neden oluyor. Özellikle fragmanı izlemişseniz, filmden beklentiniz yüzde 90 oranında eğlencelik komedi olacaktır. Ancak film bildiğiniz okul filmi gibi başlayan ama yol filmine dönüşen; komedi gibi başlayıp gençlik dramasına evrilen bir yaratık... Üstelik bu tür değişimler takdir toplayan şeyler olur. Ancak bu film bayağı bir yaklaşımla bu istediği takdirin kıyısından bile geçememiş. Çünkü gayet atmosferini tutturamamış bir film... 


Tamam çöp film kategorisine koyulamaz bu film. Ancak daha yükseğine de layık göremeyeceğimiz için, sıkışmış bir filmin içinde kalıyoruz. Bu yüzden de duygularımızla dahi oynayamıyor film. Dirty Girl, son derece şuursuz bir film olmaktan öteye gidemiyor. Bu yüzden de izleyecek film bulamıyorsanız deneyin. Aksi takdirde izlerken dahi kendinizi tuhaf hissedebilirsiniz, çünkü kaybolmamak elinizde olmaz. 




13 Mayıs 2012 Pazar

The Awakening (2011)



Perili evler konsepti çok uzun zamandır korku sineması için altın madeni konumundalar. Bu yüzden de gün geçmiyor ki yeni bir perili ev filmi gelmesin. İşte onlardan biriyle karşı karşıyayız: "The Awakening - Öbür Dünyadan"... 

Genelde Hollywood'un bu türe yaklaşımına alışsak da, son yıllarda Avrupa'dan da sıkı örnekler çıkmaya başladı. Özellikle İspanya ve Fransız sinemasından "perili ev" temalı hayalet filmleri sinemaya yeni bir soluk kazandırmaya başladı. İşte yine bir Avrupa ülkesi olan İngiltere'den seyircileri germeye hazırlanıyor. Yakın bir zamanda "Woman in Black" filmiyle yine İngilizler bu tip bir filme imza atmışlardı. 


Bu sefer 1921 yılı İngiltere'sindeyiz. I. Dünya Savaşı'nın yaşattığı acılar ve kayıplarla oldukça çok yara almış bir ülkenin topraklarındayız. Travmatik acıların ortasında herkes doğaüstü güçlere inanma eğilimindeyken, Florence Cathcart adında sahtekarlıkları, asparagasları çözme ve 'hayaletleri yakalama' konusunda uzman bir kadın, bir şikayet üzerine taşrada yatılı bir okula gelir. Kendisine iletilen bilgilere göre okulda birden çok hayalet gezmekte, öğrencilere ve hademelere görünmektedir.

Florence başta bunun rastladığı diğer vak'alar gibi bir oyunu olduğuna ve kendi yöntemleriyle gerçeği ortaya çıkartacağına inanır. Fakat bildiği ve inandığı her şey, görünmeyen varlıkların kendilerini hissettirmesiyle alt üst olacaktır. Tabii hayaletlerle mücadele ederken, bir yandan da evin karanlık geçmişiyle yüzleşmek zorunda kalır.



Televizyona yaptığı belgesellerle tanınan Nick Murphy filmin yönetmeni konumunda bulunuyor. Murphy, filmin ağırlığını baş rol oyuncusu Rebecca Hall'ın üzerine yığarak, onun kişisel performansına odaklanıyor. Florence karakterinin bir yandan işinin ustası, ısrarcı ve bilime inanan idealist halini canlandırırken, bir yandan da geçmişinin gölgesinde kalan hastalıklı ruh haline odaklanıyor. Kısmen Hall da rolünün altından kalkmaya çalışıyor. Ancak karakterin çalışmaları üzerinde o kadar az odaklanılmış ki, film bir anlamda ana karakterinin sığlaşmasına engel olamıyor. 

Filmin özellikle yan karakterleri ilgi çekiciler. Yatılı okulun kahyası, çocuklarla ilgilenen emektar çalışanı rolünde Imelda Stounton tek kelimeyle döktürüyor. Yüzündeki tekinsiz ifadelerle bir yandan izleyicilerin tüylerini diken diken ederken, bir yandan da dramatik unsurların kuvvetli olmasına büyük katkıda bulunuyor. Öte yandan Florance karakterinin en yakınında duran Robert Mallory karakterini canlandıran Dominic West, son derece sağlam bir oyunculuğa imza atmış. Özellikle savaş sonrası acılarından doğan hatıralarına hatırlayıp, mazoşistleşen eski bir askere hayat verirken, son derece dikkat çekici performans sergiliyor. 



Filmin belki de en başarılı diyebileceğimiz özelliği görsel efektleri denilebilir. Yüzü belirsiz hayalet çocuğun üzerinde kullanılan CGI efektleri, filmin en çok gerilim dozajının arttığı oyuncak ev sahnesindeki, sahne tasarımı görülmeye değer olarak gösterilebilir. 

Sonuç olarak korku filmlerini sevenlerin ilgisini cezbedecek "The Awakening - Öbür Dünyadan", hayalet hikayelerini sevenler için tavsiye edilir. Özellikle de sonundaki sürpriz final, izleyenlerin hoşuna gidebilir. Öte yandan klasik bir hikayeden yola çıkan film, çok da yenilik barındırmıyor. Yerinde oyunculukları, ürkütücü atmosferiyle bu yılın ortalama filmlerinden bir tanesi... Çok fazla beklentiye girmeden izlerseniz keyif alabilirsiniz, aksi takdirde şansınızı başka filmlerde deneyin...






11 Mayıs 2012 Cuma

L'ordre et la morale (2011)


Günümüzde ülkemizi en çok ilgilendiren meselelerden biri Ermeni soykırımı... Bu olay üzerinden yasa çıkartmaya çalışan Fransızları hatırlayın. İşte o yasayı kendileri için çıkartmaları gerektiğini söyleyen bir film ile karşı karşıyayız. Üstelik film kendi içlerinden Fransa'dan çıkıyor. 


En çok "La Haine" filmiyle tanınan yönetmen - oyuncu Mathieu Kassovitz, geçmişte yaşanan bazı olayları kaynak olarak kullanarak dışarıya aslında teröristlerin taşkınlığı olarak lanse edilen gerçek olayların perde arkasını kurmaca bir filmle gün yüzüne çıkartmayı çalışıyor. Üstelik bunu yaparken her iki tarafın da sözlerini dinlemeye çalışıyor. 




Filmin konusuna kısaca göz atalım. Fransa'ya bağlı olan adalar ülkesi Yeni Kaledonya'da bir grup milis, bir köydeki 11 jandarmayı rehin alıp, birkaç kişiyi de öldürmüşlerdir. Bunun üzerine Fransız birlikleri olaya müdahale etmek üzere adaya hareket ederler. Bu tip olaylarda tecrübeli olan özel harekatçı jandarma birliği, arabuluculuk edip olayları kansız halletmeye çalışacaklardır. Bu özel birliğin başında Yüzbaşı Philippe Legorjus bulunacaktır. Kısa bir süre içinde olayları inceleyen özel tim, İsyancılarla yüzleşmek üzere keşfe çıkarlar. Ancak bu arabuluculuk girişimi bir anda sekteye uğrar. Çünkü av yapmak isterken, bir anda Philippe ve altı adamı rehin konumuna gelir. Ancak Philippe ılımlı yaklaşarak olayı yumuşatmaya çalışır. Zaman geçtikçe işler yoluna gireceği sırada, devreye politikacılar girer ve seçim öncesi olduğundan olaylar karmaşık bir hale gelir. 




Bir nevi seçim öncesi koz sahibi olmak isteyen politikacıların satranç hamleleri yüzünden karanlık bir katliama dönüşen bu trajik olayın, perde arkasında bir dostluğun yattığını kim tahmin ederdi. Operasyonun başlamadan önceki son güne kadar barış içinde giden bu yakınlaşmanın, son gün nasıl bu faciayı yarattığını, olayın yaşandığı günün on gün öncesine giderek film içinde incelemeye başlıyoruz. 


Askerlerin bir piyon olarak kullanıldığı politik çıkarların ön plana çıktığı olaylar zincirine odaklanıyoruz. Askerler tarafından İsyancı gözüyle görünen kişiler, politikacıların gözünde terörist ve kendi halkının gözünde sadece kendi ülkesine sahip çıkmaya çalışan bir grup aile babası olduğunu görüyoruz. Hiç kimse kan dökmek istemiyor. Ölen jandarmaların sorumlularını teslim etmeye razılar, hatta rehineleri bırakmaya bile hevesliler, ancak bunları yapabilmeleri için davaya ihanet etmeden bir yol izlemek istiyorlar. Bu yol da tek bir şarttan geçiyor: O da bağımsızlıklarının onlara verilmesi... 




İşte o anda Fransa'nın pek işine gelmiyor bu. Onun yerine terörist etiketiyle insanları öldürmek aslında tek hedefleri, ne de olsa en uzlaşmacı tavırları bile savaş istiyor. Bu gözleri kana susamış politikacıların oyunlarının arasında bir piyona dönüşen yüzbaşı Philippe'nin son ana kadar çırpınışlarını gördükçe insan aslında duyduğunuz her şeye inanmamamızı öğütlüyor. Ne de olsa televizyon sadece verileni gösteren bir mecra sadece. O dönemde internet de yok. Çünkü filmimiz 1988'li yıllarda geçiyor. 


Şu ana kadar anlattıklarım size de tanıdık gelmiyor mu? Aslında gözümüzün önünde olan olaylardan pek farkı yok gibi. Bir nevi Uludere? Tabii bu işi ülkemizle ilişkilendirmeden sadece Fransa'ya baktığımızda dahi, o yasayı çıkartmak için çırpınan bir grup Fransız'ın kendi ülkesine yaptığı kötülükleri göremiyor mu acaba? Sırf seçimler uğruna bir grup insan göz kırpılmadan katledilirken, hatırlanan tek şey, çözülemeyen basit bir kriz gibi lanse ediliyor. Biz buna politika diyoruz sanırım. 




Son derece insanın içine işleyen müzik kullanımı, Apocalypse Now'a selam çakan helikopter sahneleri, muhteşem görüntü yönetmenliği ve militarist bir politik gerilimin sizlere sunabileceği her tür hüneri sergileyen bir filmle baş başayız. Kassovitz, bu filmiyle son dönemdeki vasat filmlerini unutturur şekilde çok formda. Belki bir  La Haine değil ama son derece tutarlı bir politik gerilime imza attığı kuşkusuz bir gerçek... 


Filmin süresinin 135 dakika olmasına rağmen, kurgusu ve sürükleyiciliğiyle akıcı bir film İsyan... Üstelik unutulmaz bir baskın sahnesine sahip bir film. Baskın sahnesinde kullanılan aktüel çekim tekniği, ormanın içinde doğanın tüm dezavantajlarını artıya çevirerek, gerilla atmosferini bizlere sunmayı başarıyor. Plan-sekansın harika bir kullanımını görebiliyoruz. 




Sonuç olarak Fransa'yı kendi içinden birinin eleştirmesi, belki de diğer tüm eleştirilerden daha değerli oluyor. Politik filmlerden hoşlananlar için biçilmiş kaftan olduğu gerçeği var. Ben şahsen bu tip filmleri sevenlere tavsiye ederim. Bu türe yakın değilseniz ve uzun süreye dayanamam derseniz de, saygı göstermekten başka bir şey yapamam. 


Phillippe Legorjus: Truth hurts but lies kill...