Kült, esas olarak “din” anlamında kullanılsa da, din ve sosyoloji bilimlerinde, çevrelerindeki kültür veya toplumun genel veya anaarterin dışı gördüğü inanç, uygulama veya ibadetlere kendini adamış bir birleşik insan topluluğuna verilen isimdir.

Kitsch, varolan bir tarzın aşağı bir kopyası olan sanatı sınıflandırmak-ifade etmek için kullanılan Almanca bir terimdir.

Klişe (Fransızca: Cliché) uzun süre çok fazla kullanılmış ve artık etkisini yitirmiş ifade, fikir ya da öğelerdir.

29 Şubat 2012 Çarşamba

The Innkeepers (2011)



Korku sinemasının temel taşlarından birini de eski evler oluşturur. Bu evlerin tarihi kökenleri, içlerinde barındırdığı geçmiş son derece merak unsurları içerir. Korku figürleri genelde insanın algısını ilk cezbeden şeydir. Ancak eski bir evi konu edinen bir filmse bu, başrol figürlerden önce evin ta kendisidir. 


Tabii ürkütücü kısımları değişkendir. Kimi zaman bodrum, kiler olurken, bazen de tavan arası sırların saklı olduğu sığınaklardır. Bazen de kilitli bir oda esrarı hapseden bir mahzendir. Güç unsurları da buna göre değişkendir. Evlerin bazıları şeytani güçlerin etkisi altına girer. Bu yüzden de ev, kötülüğü ortaya çıkartandır. Bazen ise şeytan insanların içindedir. Evler sadece onları saklamak için oluşturulan paravandır. Bu yüzden de veler korku filmleri için önemli unsurlardır.




Innkeepers ise böyle eski bir evde geçiyor. Otel olarak kullanılan bu yer, kapanmak üzeredir. Bu yüzden de tüm personel ayrılmıştır. Geriye sadece iki çalışanı kalmıştır. Bunlardan biri Claire, diğeri ise Luke'tur. İkisi de resepsiyonda oturmuş, zamanlarını yaptıkları geyik muhabbetleriyle geçirmektedir. Patronları tatile çıktığından yalnızlardır. Otelde bir elin parmağını aşmayacak kadar müşteri kalmaktadır. Bu yüzden de en üst kattaki odalar tasfiye edilmiştir. Luke'un hayaletlerle temas hakkında bir sitesi vardır. Bu yüzden de perili olduğu sanılan bu otelde herhangi bir ses ya da görüntü bulmanın peşindedir. Buna göre Claire ise otelin efsanesi Madeline O'Malley efsanesinin peşine düşer. Başta her şey sıkıntıdan yapılan birkaç eğlenme aracı olsa da, otelde kalmaya başlayan eski oyuncu Leanne'nin psişik güçlerinin yardım etmesiyle durumun daha ciddi olduğu anlaşılır. 




Klasik bir perili ev filmi olsa da, sağladığı atmosferi ve düşük bütçesiyle adeta parıldayan bir inci sanki... Özellikle evin bodrumundaki ruhu çağrırken sesleri dinleme sahnesi olsun, filmin sonralarındaki intihar eden adamın bedeni olsun son derece tüyler ürpertici bir deneyim yaşamanıza imkan veriyor.


Filmin az oyuncuyla başardığı akıcılığı, sıkmayan temposu ile, tekinsiz atmosferi en büyük artıları olduğu söylenebilir. Filmdeki makyajların ürpertici olduğu doğru olsa da, yine de hayaletlere baktığınızda bir şeylerin yapmacık durduğu söylenebilir. Yine de bu haliyle bile çoğu korku filminden ileride bir çalışma olmuş. Özellikle de son yıllardaki CGI'ya dayanan efektlerin yapmacıklığı, plastik efekt çalışmalarında daha gerçekçi kılınmayı başarmış. 




Ti West, yönetmen olarak her filmiyle korku sineması için biraz daha gelecek vaat etse de, filmografisine bakıldığında çöp diye nitelendirilecek kötü filmleri de yapmadan edemiyor. Belli ki inişli çıkışlı grafiğiyle bizi peşinden koşturacak gibi. Yeni projelerini merakla bekleyeceğiz. 


Sonuç olarak 2011'in en başarılı korku filmlerinden biriyle baş başayız. Az oyuncuyla, tek mekanda iyi işler çıkarılabileceğinin kanıtlarından birine daha imza atılmış. Önemli olan daha fazla görsel efekt değil, doğru zamanda doğru hareketleri yapmak olduğunu benimseyen sinema anlayışı ile Innkeepers, gerçek bir korku filmi deneyimi sunuyor bizlere. Türü sevenlere tavsiye edilir. 




   

28 Şubat 2012 Salı

30 Minutes or Less (2011)



Son yıllarda Hollywood'un konu sıkıntısı çektiği aşikar. Bu yüzden de yeni bir tür ortaya çıkardılar komedide. Aksiyona dayalı komedi diye özetlenebilir. Aslında kimi kimseler o tür vardı diyebilir. Vardı belki ama yeniden hortlattılar. Eski bir türün yeni bir şekilde seyirciye ısıtılıp sunulması denilebilir. 


Peki bu tip aksiyonların genel özelliği nedir? Bir grup genç vardır. Olağanca sorunludurlar. Ya hayatları kafaları dumanlı gezen tiplerdir, ya da işleri her anında ters gitmektedir. İşte bu gençler, bir anda sudan sebeplerle belaya bulaşırlar. Sonunda koşuşturmaca dolu anlar, gereksiz espriler ve kahramanlaşan ezik gençler...




Bu tip filmlere çabuk tüketilebilir filmler denilebilir. Ya da daha farklı bir isimle fast food filmler kalıbı oturtulabilir. Genelde çabuk unutulurlar. İzlenen filmin akıllarda kalıcılığı anlık eğlence amaçlıdır. Bu yüzden de etkisi altında kalmanız mümkün değildir. Eskiden popcorn filmler gibi bir tabir vardı. Eğlenceli gişe filmlerine bu tip bir isim verilirdi. Ancak zamanla bu tabir yok oldu. Çünkü o filmlerin bile içeriği vardı. İçleri boşaldı, fast food oldular. 


Kendi mantığını olabildiğince basit tutan bu filmlerde, anlık karaların sonuçlarının neler olacağı tartışılır hep. Buna göre davranılır. Filmlerden referanslar verilir. Ancak bunlara rağmen filmin içeriği olabildiğince boştur. Bu yüzden de hiç bir zaman tatmin olamazsınız. 




İşte o filmlerden biri de 30 Minutes or Less... Kısaca konusuna değinirsem: Nick ve Chet iyi arkadaşlardır. Nick hayattan istediği şeyi alamamıştır. Pizzacı çocuktur ve daha ötesi olamadığı gibi, kendi işinde de iyi değildir. Çünkü her seferinde geç kalır. Bu yüzden de 30 dakikada getiremediğinden bedavaya mal olur. Filmin adının da buradan geldiğini söyleyebiliriz. Nick'in kız arkadaşı Kate ise Chet'in kardeşidir. Ancak Nick bunu Chet'ten saklar. Ancak bir gün işlerin ters gitmesi sonucunda bu iki arkadaş kavga ederler ve hayatları boyunca birbirlerine yaptıkları pislikleri söylerler. Bunun sonucunda küserler. Bu sırada işsiz güçsüz iki adam olan Dwayne ve Travis, babasının parasına konmak için plan yapar. Plana göre bir kiralık katil tutacaklar ve onun parasını ödetmek üzere birkaç salağı kullanacaklardır. Bu plana sadık kalarak Nick ve Chet'i kullanırlar. Buna göre Nick, 10 saat içinde 100.000 dolar bulmalıdır. Yoksa üzerine bağlanan bomba patlayacaktır. Buna göre Nick nerede yasa dışı şey varsa yapmaya başlar. Ancak işler bilindiği gibi pek rast gitmeyecektir. 




Durum komedisi denilebilecek bir türe girebilir film belki. Ama yine de fast food film olmasına engel değil maalesef. Buna göre vasat oyunculuklar, abartılı hareketlerle beraber, izlenmesi belli bir süre sonra sıkan, ancak yine de kısa süresinden dolayı tahammül edilebilen filmler sınıfına giriyor. 


Filmin ağır toplarını Amerika'da çok sevilen Jesse Eisenberg ve Aziz Ansari oluşturuyor. Belli ki kısa sürede ne tüketilebilir formülünü iyi uygulayan bir film. Bu açıdan bakarsak, daha iyi örnekleri olsa da; en azından şuursuz romantik komeilerden daha öteye gidebilen bir film denilebilir. Hollywood son yıllarda çok başarısız işlere imza atıyor. Belki de bunun tüketim toplumuyla ilişkilendirmek doğru olacaktır. 




Sonuç olarak pek bir şey vaat etmeyen, bildiğimiz hikayede bir filmle karşı karşıyayız. Filmin tek artısı kısa süresi, bunun dışında gereksiz argo kullanımı ve konusuzluğuyla itici bir proje olmuş kendisi. Çöp film severlere tavsiye ederim. Aksi takdirde uzak durun.



Chet: Okay, what if we saw off both of your arms, slip the vest over your head, than go to the hospital, they'll re-attach your arms. We'll just keep your arms on ice the whole time. 
Nick: Fuck that! 
Chet: I don't know what to do, man. All these sites have different shit. There's not a lot of consensus in the bomb disarming community. What did they do in the Hurt Locker?




 

Abrir puertas y ventanas (2011)


Hani üniversite için farklı şehirlere gelen genç kızlarımız vardır. Yurt hayatından sıkılıp kendilerine özgü bir hayat kurmak isterler. İşte böyle bir hayatı düşünün üç kardeşin beraber aynı çatı altındaki yaşamlarından kesitlere konuk oluyoruz. 

Üç kardeş, yanlarında kaldıkları büyük annelerinin ölümünden sonra kendi başlarına kalmışlardır. Müstakil evlerinin ya bitişiğindeki tek katlı evciği genç bir adama kiralamışlardır. Böylece geçimlerini sağlamaktadırlar. 


Üç kardeşin her biri farklı karakterlere sahiptir. Büyük abla sürekli kardeşlerini düşünen, zaman zaman hoşlanmadığı kişilerle ilişkileri olan bir kadındır. Genelde yük onun üzerindedir. Ancak ağır depresyon halleri yüzünden hayatın içinde sıkıştığını hisseder. Bu yüzden de kendi çıkışsızlığının içinde hayatta kalmaya çalışır. Kardeşleriyle uğraşır. Bununla kalmaz ve evi telefon eden kişilere takar. Kendine güveni çok azdır. Bu yüzden de görünümünden hoşlanmaz. Kilolu oluşu özgüvenini günbegün azaltmaktadır. 

Ortanca kardeş ise okula devamlı yeni kıyafetlerle giden, dikkat çekmekten hoşlanan güzel bir kızdır. Ancak nedense bu kadar dikkat çekici kıyafetlerine rağmen istediği kişilerin ilgisini çekemez. Ancak dişiliğini kullanarak bir yerlerden para bulmanın bir yolunu bulur. Evden kaçıp kendi başına bir hayat kurmak istemektedir. Bu yüzden de her yerden para arttırarak biriktirir. Bununla kalmaz evdeki eşyaları yavaş yavaş satıp, paralarıyla kendi çapında bir lüks hayat yaşar. İnce ve zarif oluşu ve sürekli yeni hediyeler alması, ablasını kıllandırır. Bu yüzden de yalan uydurmayı alışkanlık haline getirir. Bu yüzden de ablasının tepkisi çekmeye devam eder. Evde hiç iş yapmayan gözükse de, ne hikmetse tüm işleri kendi yapmak zorunda kalır. Belki de evin düzeni budur. 


En küçük kardeş ise en büyük olayı tembelliğidir. Hiç bir şekilde evden ayrılmaz, iş yapmaz ve hatta herhangi bir işle uğraşmaz. En büyük tutkusu müzik yapmak ve rahatına düşkünlüğüdür. Ancak herkeslerden sakladığı erkek arkadaşıyla planlar yapmaktadır. Okula gitmek yerine tüm zamanını evde öldürür. Gizemli işlerin insanıdır. Bu yüzden de üç kardeşin en az dikkat çekeni olmasına rağmen, en içten pazarlıklısıdır. 

Bu üç kardeş de kiracılarından hoşlanırlar. Ancak hiç biri bunu itiraf etmek istemez. Ortanca kardeş sürekli hamleler yaparak onun kalbini çalmaya çalışırken, erkek oluşundan yararlanmaya çalışır. Ablasının evlatlık olduğunu inandırmaya çalışır, ancak başarılı olamaz. Büyük abla ise ilgi duysa da itiraf edemez. Bu yüzden de beklemekle yetinir. Tabii kardeşlerin en büyük rakibi ise kiracılarının kız arkadaşıdır. 


Son derece samimi bir şekilde ilerleyen film, tek mekanda kotarılmış. Müstakil bir evin sınırlarının dışına çıkılmıyor. Odalardan odalara, bahçenin içine yayılan sıkışmış dünyalar, bu küçük dünya içerisinde iç dünyalarını yansıtmaya çalışıyorlar. Belli ki bu anlatım için doğru bir mekan tercihi olduğu söylenebilir.

Oyuncularının sağlam performanslarından dolayı son derece inandırıcı bir aile ilişkisi sağlanarak, gerçekçi sinemanın sağlam temelleriyle seyirciyi etkisi altına almayı başarıyor. Bu yüzden de efektler, büyük oyunlar bekleyen seyircilere hitap etmeyen bir film bu. Yine de bulabilirseniz, dinlendirici bir film isterseniz biçilmiş kaftan dediğimiz şey bu filmdir. 

Not: Unutmadan "Abrir puertes y ventanas" filminin adının bir şarkıdan geldiğini söyleyebiliriz. Filmin Türkçe çevirisi ise "Kapıları, Pencereleri Açalım" şeklinde çevrildi.








27 Şubat 2012 Pazartesi

La leggenda di Kaspar Hauser



Kasper Hauser bir efsane midir, yoksa bu gizemli adam gerçeğin ta kendisi midir? Bir grup insan bu gerçeğin peşinden koşmayı tercih eder. Ancak gerçeğin peşinden koşacağım derken, o kadar hızlanırlar ki, gerçek arkalarda bir yerde kalır. Bu yüzden de geriye baktıklarında Kasper'in kendilerinden farkı yoktur. İşte o anda insanların karanlık doğasıyla karşılaşırız. Çünkü farklı olanı yüceltirlerken, sıradan olanı yerin dibine sokmaktan kendilerini alamazlar.


Eski bir efsanenin aniden modernize edilmesi sonucunda, absürt bir bakış açısıyla, kendini pek ciddiye almayan gerçeküstücü bir filmle karşı karşıyayız. Belli ki yönetmen kendine özgü bir tarz yakalamak istemiş. Bu yüzden de siyah beyaz olarak tasarladığı bilinmeyen evreninde kendi kurallarını kendi koymayı tercih ediyor.




Böyle garip bir hikaye nasıl anlatılır bilmiyorum ama yine de denemek gerektiğini düşünerek başlıyorum. Nerede olduğu belli olmayan bir yerde, muhtemelen bir adanın içinde bir grup birbirinden farklı absürt, şahsına münhasır kişiliğin yaşadığı bir yer... Artık ne suçu varsa bir adam, belki de bir efsane kişi yani kısaca Kasper Hauser aniden sulardan gelir bu adaya. Adanın şerifi, onu bir suçluymuş gibi alır ve hapse atar. Kendinde dahi olmayan bu şahsın üzerinde ismi yazılıdır: Kasper Hauser... İşte o andan itibaren adada olan olayları ve Kasper Hauser'ın doğuşu, yetiştirilmesi, yaşamı ve ölümü üzerine olan kısa yaşamına tanık oluruz. Belli ki bu süreç, herkesin tahmin ettiği gibi sıradan olmayacaktır.


Hikayenin temeline baktığımızda bir efsanevi olaydan yola çıkılıyor. Esas hikayeye göre 1825 yılında Nurnberg sokaklarında konuşamayan, doğru düzgün yürüyemeyen bir çocuk fark edilir. Çocuk sadece "babam gibi süvari olmak istiyorum" der. Bu yüzden de bölgenin halkı onu deli zannedip hapse atarlar. Burada onun sadece ekmek ve su yediğini, başka bir şey istemediğini fark ederler. Bildiği kelimelerin azlığı ve bazı eklem yerlerinin tahribatı yüzünden düzgün yürüyemediği fark edilir. Bu gibi bir durum ancak bir insanın çok uzun süre rahatsız bir şekilde iki büklüm durmasından kaynaklandığı tespit edilir.




Halk bir nevi sirk hayvanı gibi onu ziyaret ederler. Nurnberg belediye başkanı en sonunda yapılan araştırmaları sonucu ve Kasper ile zorla da olsa hayatına dair kesitler yakalamıştır. Buna göre bu kişi, 16 yıl kadar iki büklüm yaşamıştır, sadece bu süreçte ekmek ve su yemiştir. Şahsına ait tahta bir at ve birkaç oyuncaktan başka bir şeyi yoktur. Neticede çocuğun akıl hastası olmadığı belirlenir. Bunun üzerine bir profesöre teslim edilen çocuk, bu kişi tarafından eğitilmeye başlanmış. Büyük bir entelektüel gelişmenin yaşandığı fark edilmiştir. Ancak ilki 1830 ve ikincisi de 1833 yılı olmak üzere iki kez bıçaklanmıştır. Maskeli bir kişi tarafından bıçaklandığı öne sürülen Kasper Hauser ikinci suikastten sonra yaşama veda eder. Hiç bir zaman neden böyle şeylerin başına geldiği anlaşılmaz.


Kökeni hakkında çeşitli araştırmalar yapıldıysa da, tam olarak bulgular bulunamamıştır. Ancak bazı yerlerde Grand Düşes Baden'in oğlu olduğu iddiası ortaya atılmıştır. Ancak ilerleyen yıllarda araştırmalar sonucunda 160 yıllık bir bilmeceye dönüşen bu kişinin hala kim olduğu gerçeği bilinmemektedir. Buna göre DNA incelemelerine göre Baden prensi olmadığı kanıtlanmışsa da, gerçeği ta kendisi bulunamamıştır.




Buna göre yönetmen Davide Manuli, belli ki bu olaydan etkilenmiş ki, bunu kendine göre uyarlamak istemiş. Ütopik dünyasında adeta Fellini'nin izinden giderek tekinsiz bir gerçeküstücü atmosfer yaratmayı başarmış. Vincent Gallo'ya iki rol vererek, hem İngilizce, hem de İtalyanca konuşturarak oyunculuk namına döktürmesine olanak sağlanmıştır.


Bir nevi halkın karanlık yüzünü absürt bir dille eleştiren film, insanların yabani bulduğu kişileri eğitme sevdasını ve daha sonrasında ileri giderek onu istedikleri gibi yönlendirme çalışmasının nasıl boyutlara gelebileceğini seyirciye göstermeye çalışır. Nitekim net bir şey olmadığı için geçmişinde, onun unutulmuş bir DJ olabilceğine ilişkin bir öneri sunmaktadır film.




Bu garip bir iddia olsa da, filmin genel yapısında mantıklı olduğu aşikardır. Özellikle eklem bozukluklarının danstan kaynaklı olduğunu, konuşamayan bir insanın putlaştırılmasının veya daha kötüsü sirk hayvanı muamelesi görülmesinin acıklı öyküsünü, kendine özgü tarzıyla anlatmaya çalışır filmimiz.


Daha önce Werner Herzog da bu olaya ilgi göstererek filmini çekmiş, hatta bunun sonucunda Cannes'tan ödül bile almayı başarmıştır. Manuli ise daha çok eğlence aracı olarak kullanır bu karakteri. Hatta onun kimliksiz olmasından yararlanarak, aynı zamanda da cinsiyetsiz bir kişilik olduğunu göstermek amaçlı, bir kadın oyuncuya oynatmıştır bu erkek karakteri. Ne de olsa onun kadın veya erkek olması önemli değildir. İnsan olduğu gerçeğinin yadsınılmaması gereken bir gerçek olduğunu vurgulamak ister.


Sonuç olarak elektronik altyapılı müzikleri, bilinmeyen bir hayatın kişiye özgü yorumlanması, Vincent Gallo'nun enteresan oyunculuğu ve absürt bir filmi görmek isterseniz, bu filmi deneyin derim. Ancak şöyle de bir gerçek var ki, filmin sonunda ben ne izledim böyle gibi bir ikileme düşebilirsiniz.






25 Şubat 2012 Cumartesi

Fetih 1453



Türk sinemasının yıllardır beklediği an geldi. Türklerin belki de adını tüm dünyanın beynine sokan olay, yeni bir çağ başlatan koca bir tarihi zafer sinemalardaki yerini aldı. Üstelik gişe canavarı şeklinde rekorları alt üst ediyor. Peki dışarıdan başarılı gördüğümüz film, gerçekten de fetih kadar görkemli mi?


Bunun cevabını verirken insanlar ikiye ayrılıyorlar. Sinemadan tek beklentisi eğlendirmesi, milli duygularla tüyleri diken diken olmasını isteyen, duygu sömürüsünün dokunaklı olduğunu düşünen kesim, filmi yerlere göklere sığdıramadı. Özellikle de fetih filmi denilen şey böyle olur dediler. Hatta kusurlarını bile görmeden harika bir film, herkes gitsin dediler. Onlar da haklı tabii, çünkü beklentileri buysa karşılanmış demektir. 




Tabii bir de diğer kesim var. Ben onlara tatminsizler diyorum. Bu kesim de olabildiğince filmi eleştirdiler. Bu ne ya  böyle, ilkokul gösterisinden hallice dediler. Tamam ben bu kesime yakın olabilirim ama filmin durumu hiç de öyle değil tabii ki...


Bu film bildiğiniz Hollywood kadrajlarını tek tek kullanan bir film olmuş. Özellikle bu kadrajları yakalarken, çağımızın getirdiği teknolojik gelişmelerin katkısı da büyük tabii ki... Ancak birebir destansı savaş filmlerinin taklidini yapmak, özgün işler çıkarttığınız anlamına gelmiyor. Yüzüklerin efendisinden sahneler, bildiğiniz fetih filmine uyarlanmış durumda. 




Hatta Galdalf karakterini bile Ak Şemsettin ismiyle filme sokmayı başarmışlar. Sauron'un gözü bile filmde var gereksizce. Neden böyle bir şey koyulabilir ki? Hatta filmi izlemeyenler inanmayacaktır ama filmde bildiğiniz Elf şarkılarının farklı versiyonları bile var. Hollywood'un yıllar önce bulduğu savaş filmleri formülünü, bir Türk filminde uygulamaya çalışmış Faruk Aksoy. 


Özellikle de her şeyin kötü gittiği anlarda, bir anda efsane olma yolunda giden insan tribi filmin geneline yayılmış. Ancak ne kadar inandırıcı olmuş o tartışılan bir konu işte. Bana göre tamamen hayal ürünü olan Orta Dünya, her şeyiyle gerçek hayatta gerçekleşmiş Fetih 1453 dünyasından daha gerçekçi duruyorsa; bu anlamda bir sorun var demektir. 




Her ne kadar film ayrıntıcı gibi görünse de, bildiğiniz profesyonel görünüşlü bir amatörlüğün içine sıkışmış durumda. Gerek koyulan sahneler, düşmanını fazla kötü göstermek gibi seyircinin duygularıyla oynama kurnazlığına başvuran bir filmle karşı karşıyayız. 


Hani iyi filmlerde her zaman bir aşk hikayesi olur derler ya, bu mantıkla Ulubatlı Hasan'ın aşkını öne çıkartmaya çalışıyor film. Ancak yüzüne gözüne bulaştırıyor bu olayı. Klişelerden klişe beğenme üzerine ihtisas yapılıyor. Yani son dakikada olan olaylar, aniden kötü durumdaki kişilere yardıma koşan kahramanlar gibi gerçekte başımıza gelmeyen olaylar ortaya çıkmış.




Hatta Urban bir kenara atılarak aşk yaratma uğruna kızına ezdirilen bir usta var. Ve o kız aslında var mı, yoksa uyduruldu mu, bu başka hikayenin konusudur. Ulubatlı Hasan, gayet sıradan bir askerdi Osmanlı ordusunda. Ancak bu filmde bildiğiniz Fatih Sultan Mehmet'in kankası gibi bir konuma getirilmiş. Toplantılara alınan adam olmuş ki, bunların gerçeklerle bağdaştırılan yanları yok. Sırf bayrağı ilk diken adam olduğu için tarih kitaplarının yazdığı bir adam o. Aşağılamak için söylemiyorum. Ancak gerçek olan bu. Gereksiz ötesi aşk sahneleriyle film son derece yavanlaşıyor. 


Filmin süresi gereğinden uzun olmuş. Üstelik ilk yarısında bildiğiniz sıkılıyorsunuz. İkinci kısımda ise filmin en zayıf noktasıyla karşılaşıyorsunuz. Aşmış, harika diye adlandırılan görsel efekt olayından bahsediyorum. Evet belki de filmin en kötü yanı efektleri. Bir savaş filminde hiç bu kadar kötü efektler gördüğümü hatırlamıyorum. Bir mimarın, proje sunumunda yaptığı animasyonlardan hallice efektleri, filmin gerçeklik görüntüsünü zayıflattığı gibi, video oyunundan sinematik video izler hissi uyandırıyor. 




Filmdeki dile gelirsek, hızlı kurgu ile film hareketlendirildiği için tahammül seviyesi yükseliyor. Ancak yabancı adamların Türkçe konuşması çok gereksiz oluyor. Hadi Osmanlı'ya günümüz Türkçesi konuşturdun. Bari yabancılara kendi dillerinde cümleler kurdur ki inandırıcılık sekteye uğramasın. Ancak bu pek umurlarında değil gibi. 


Başrol oyuncusu Devrim Evin, vezirleri oynayan oyuncular dışındaki oyuncuların hiç biri inandırıcı değil. Çünkü o dönemi düşündüğünüzde kullanılan dil ağızlarına oturmuyor bir türlü. Eskiden varlığı olmayan kelimeler bir bir dökülürken, senaryonun vasat veya vasatın altı olduğu ortaya çıkıyor. Sığ diyaloglar bir bir sıralanırken, elimizde doğan görünümlü bir şahin savaş filmine sahip oluyoruz. 




Tabii bir başka fiyasko da, Fatih Sultan Mehmet'e karşı yaklaşımlar tam oturmamış. Bazı karakterlerin ona rahat yaklaşımı olsun, Ortodokslarla olan final sahnesi olsun filmin rezil anlarından olmuş. Yapacaksanız düzgün yapsaydınız demeden edemiyorum. 


Sonuç olarak gişesi bol, iyi para kazandıran ama niteliksiz bir film var elimizde. Tamam berbat bir film değil kendisi. Ancak iyi bir film de değil. Vasat bir filme imza atılmış. Bu film de çekildiğine göre artık başımız göğe erebilir. Ne de olsa bu film en çok gişe yapan film olacaktır muhtemelen...







21 Şubat 2012 Salı

V Subbotu (2011)



Gitmek ile kalmak arasında kalan bir adam... Tüm ailesi, yaşantısı, anıları, kavgaları ve hayatına dair ne varsa bulunduğu topraklara ait. Ancak barınmaması gerektiğini biliyor. Yine de gidemiyor. Çünkü giderse, hayatındaki her şeyi terk etmek zorunda kalacak. Kalırsa da artık kendisi olmayacak...


Rusya - Ukrayna hattındaki büyük felaket Çernobil'i sıradan insanların gözünden anlatan bir film V Subbotu... Türkçe ismi Masum Cumartesi olarak verilmiş. Bir nevi filmin tüm dökümünün bu ifade de veriyor. Çünkü başkaları için olayın kendisi Çernobil'se, halk için masum bir cumartesiden ibaretti. 




Filmimiz halkın arasından bu felaketi gözlemliyor. Partiye yakın bir genç olan Valeri, aldığı bilgiler sayesinde ve hatta giderek gözüyle görmesiyle Çernobil Nükleer Santrali'nin reaktörünün patlamak üzere olduğunu görüyor. Yayılacak olan radyasyon sonucunda bir sürü insan ölümle yüz yüze durumda. Ancak yetkililer panik olmasın diye kimseye haber vermek istemiyorlar. Nedeni de açık: Panik olursa kendileri şehri terk edemezler. Bu yüzden de kendilerini kurtarmak adına insanları umursamıyorlar. Valeri de aynı dertten muzdarip sayılır. Hoşlandığı kız Vera'yı şehirden trenle kaçırmak istiyor. Vera ise ne kadar kaçmak istese de içinde bir isteksizlik taşıyor. İlk deneyişlerinde trene çok yakınken Vera'nın topuğunun kopması sonucu treni kaçırıyorlar. İşte o andan itibaren  işler karışıyor. Çünkü Vera, arkadaşlarıyla beraber düğünde son kez sahneye çıkmak istiyor. Bu yüzden de Valeri'yi de peşinden sürüklüyor. Artık bu hayat oyununda bu insanların kaderi bu felaketle yüzleşmek üzeredir. 




1986 yılındaki bu büyük facia sonrasında nesiller hastalıklı doğdu. İnsanlar bu olayın etkileri yüzünden kansere yakalanmaktan kurtulamadı. Doğa bir anda ölmeye başladı. O hayat dolu insanlar, bir anda ruhsuz toprakların duygusuz insanlarına dönüşüverdiler. Bu yüzden de bu felaketin 25. yılında yönetmen bu filmi çekip, nükleer tehlikelerin nelere neden olduğunu göstermek istiyor. 


Filmi gerçekçi kılmak adına sallanan, kimi zaman izlenilmesi zor bir filme dönüştürüyor. Kamera yerinde duramıyor. Düğünde koşuşturan, dans eden çılgına dönmüş insanlar. Hepsi mutlular ama başlarına geleceklerden habersizler. Kameranın sallaması sonucunda ister istemez izleyicilere hikayenin içindeki karakter olma şansı verilmeye çalışılsa da, tamamen seyir açısından kötü bir deneyime dönüşüyor. Görsellik bu açıdan yerlerde yüzüyor maalesef. 




Senaryo bakımından bakıldığında da ilk başta yerinde bir seçim olarak görünüyor. Tek bir insanın hikayesini anlatmak ancak filmin mekanın içine sıkışan hikayesi bir süre sonra kısır döngünün içine giriyor. Valeri gitmeye çalıştığı her an, kendini aynı yerde buluyor. Üstelik de ölüme daha da yaklaştığını bile bile... Bundan sonrasında akıllarda şu cümle kalıyor. Öleceksek eğlenerek gidelim. Başka türlü ne mümkün ki yaşamak... 


Bu yüzden de filmin ilk yarısında köşe bucak koşturan Valeri, ikinci yarıda düğün salonundan çıkamıyor. Gereğinden uzun düğün sahnesi ve sahne performanslarıyla, bir anda film videoklibe dönüşüyor. Şuursuzlaşıyor. Sanki bir yönetmeni yokmuşçasına bir o yerden, bir diğer yere savruluyor. Ortaya iç hesaplaşmalarla dolu bir geçmiş kalıyor. Geleceğin yoksa geçmişe ne gerek var?




Önemli bir felaketi anlatması açısından önemli bir film olmasına rağmen, seçtiği estetik hamlelerin yanlışlığı, filmin seyir zevkini etkiliyor. Bunun neticesinde de film sınıfta kalıyor. Belki iyi niyetli bir film ama sinemasında sorun var. Bu yüzden de belki de Berlin'den eli boş döndü. Yine de o günlere gidip o insanların ruh hallerini anlamak için izlenebilir. 











18 Şubat 2012 Cumartesi

Apflickorna (2011)



Her insanın bir yansıması vardır. Kendilerini başka insanlarda ararlar. Özellikle de arkadaşlarını seçerlerken bu yüzden dikkat ederler. Acaba bana benziyor mu diye... Her insanın aradığı şey belki budur ergenlik döneminde. Kendine benzeyen birini bulmak, başkasıyla bir şeyler paylaşmak...


İsveç'ten çıkan Lisa Aschan da böyle bir aidiyet duygusundan yola çıkarak iki kızın hikayesini anlatmayı tercih ediyor. Bu yolu seçerken bölünmez bütünlüğü bozmamaya çalışıyor. Çünkü eğer iki kişi birbirlerine güveniyorlarsa, o kişilerin arasına kimse giremez.




Filmin kısaca özetleyelim. Emma, babası ve kardeşiyle yaşayan genç bir kızdır. At üstü akrobatlık gösterisine hazırlanmaktadır. Bu yüzden de bir grup kızla sürekli çalışmalara katılmaktadır. Bu grubun içindeki Cassandra isimli kız, hemen Emma'ya yakınlık duyar. Ona çalışmalarda yapılacakları öğretir, beraberce çalışırlar. Çabucak kaynaşıp yakın arkadaş olurlar. Her an beraber gezerler. Cassandra'nın Emma'ya karşı eğilimi, çalışmalardaki rekabet nedeniyle sarsılmaya başlar. Öte yandan Emma'nın küçük kardeşi Sara, kuzeni Sebastian'a aşık olmuştur. Ancak yaşı çok küçük olduğundan Sebastian ona ilgi göstermez. Bu yüzden de Sara kendi içinde mutsuzlukla boğuşur.




Lisa Aschan, Stokholm Film Fonundan son yılların en yüksek desteğini alarak bu filmini çekti. Kimi çevrelerce geleceğin yönetmeni olarak sınıflandırıldı. Kimilerince ise sadece abartılan bir yönetmen kendisi. Özellikle de feminist kesimin desteğini almasından sonra bu ve bunun gibi dedikodular havalarda uçuştu. 


Belli ki klasik anlatım formunu içinde soru işaretleri bırakarak anlatmayı tercih ediyor Aschan, bu yüzden de bir röportajında söylediği söz son derece önemli: "Ben yanıtladığım cevaplardan daha çok soru kalmasını isterim kafalarda..." diyor. Böylece sinemasındaki soru işaretleri de tartışmalara neden oluyor. 




İki kızın temelinde dostluğuna yönelmek temel amaç olsa da, aslında iki kızın bir nevi birbirlerini keşfetme yolculuğuna çıkıyoruz. Özellikle de cinsel eğilimleri konusunda kafaları karışık bu iki kız, karşı cinse mi, yoksa birbirlerine karşı bir şeyler mi besliyorlar. İşte burası bir muallak... 


Tıpkı filmin sonundaki muallak gibi. İzleyenlerin çoğunu daha fazlası var diye inandıran film, aslında seyicisine azı vererek beyazperdeden ayrılıyor. Bu yüzden de filmin sonunda bir nevi hayal kırıklığı seyirciye hakim oluyor. Özellikle de kısıtlı konunun olabildiğince savruk kullanımı, filmi izledikten sonra aptal gibi hissetmenizi sağlıyor. 




Yine de her şeye rağmen film kendini izlettiriyor. Temel sorun belki de potansiyeli kullanamama olarak özetlenebilir. Ancak iyi malzemenin bu kadar hor kullanılması da, yönetmen hakkındaki düşüncelerin olumsuz olmasına neden oluyor. Yine de bu kadar çabuk yargılamamak adına, bakalım yönetmen ikinci filminde neler yapacak onu görmek lazım. 


Sonuç olarak özgün konusunu yeterince başarılı kullanamıyor ve malzemeyi ziyan ediyor. Buna ek olarak güzel sahneler filmin içeriğinde var. Bir diğer olumsuz faktör ise filmin finali olsa gerek. Oyuncuların başarılı performansları da artı yerine geçerse, film beklentileri karşılamaz yapısıyla yeni keşifçiler için iyi, çok şey bekleyenler için kötü seçim olabilir. 







Saya-zamurai (2010)


Son yılların gözde Japon filmleri yeniden Samuray filmleri olmaya başladı. Zaten kendi kültürlerine çok da uzak olmayan bu ülke, samurayların dünyasına farklı türlerle yeniden adım atmaya devam ediyor. Ne de olsa yenilik yapmak adına bazı türleri alt üst etmek gerekebiliyor zaman zaman.

Bu seferki hikayemiz kılıçsız bir samurayın acınası halinden yaratılan komedi filmi. Gerçi ne kadar komedi denilebilir, o da tartışılacak bir konu olarak öne çıkıyor. Ne de olsa bu tip filmlere belki de trajikomik, ya da karanlık havasından dolayı kara mizah olarak da yorumlanabilir. 


Filmimizin konusuna hemen değinelim. Kanjuro Nomi, boş kınında kılıcı olmayan bir samuraydır. Kızıyla beraber bilinmez bir yolculuğa atılmıştır. Kılıcı olmadığının duyulmasıyla beraber arananlar listesine girmiştir. Bu yüzden de azılı katiller, para avcıları, prestij peşindeki fırsatçılar Nomi'nin peşindedirler. Ancak bir gün saray muhafızlarının baskınıyla Kanjuro yakalanır. Ancak hükümdar merhametlidir. Bu yüzden ona bir şans vermeyi tercih eder. Annesi öldüğünden beri gülmeyen oğlunu otuz gün içinde güldürebilirse, hayatı bağışlanacaktır. Bu yüzden her gün yeni bir oyunla bir çocuğu güldürmeye çalışır. Fikir vermekte ona göz kulak olan iki muhafız ve tatlı kızı yardımcıları olacaktır. 


Genelde insanın aklına yerleşen samuray filmlerinde, daha çok savaş sahneleri, dövüşler ve düellolar gibi sahneler akla gelir. Ancak bu seferki filmde durum farklı bir düzeyde, çünkü nedeni anlaşıldığı üzere dokunaklı bir komedi tabanı oluşturularak dönem komedisi yaratılmaya çalışmış. 

O dönemi düşündüğümüzde kılıçsız samuray da olur mu demeyin. Olabiliyor. Hatta bu filmin temelinde eski bir Japon efsanesi yatıyor. Bu efsanenin hikayesinden yararlanıyor. Günümüzde nasıl bir askerin silahı kaybolduğunda sorunlar çıkıyorsa, bu dönemde de samurayların kılıçları namusları konumundalar. Bu yüzden de kılıçsız samuraylar lekeli kişiler olarak düşünülüyor. 


Film yer yer kendini tekrar ediyor. Bunun nedeni de otuz gün içinde otuz oyun sergilenmesi gerekliliği olduğu söylenebilir. Ne de olsa her seferinde hep aynı seremoni gerçekleştirilecektir. Bu yüzden de bazı anlarda aynı planlar kullanmak zorunda kalırsınız. Ancak yönetmen Matsumoto, bu kısır döngüyü olabildiğinde az kullanarak bu handikabı yenmeye çalışmış. 

Bunun neticesinde de her oyunu hükümdarın karşısında göstermek yerine prova süreçlerinde gösterip, başarısızlıkları yolda dönüş olarak vermeyi tercih etmişler. Her başarısızlığın ardından ötekisinden daha saçma bir denemenin gelmesi, üstelik bu aptal oyunların sabrın sınırlarını zorlaması izleyici için zaman zaman iç bayıcı olsa da, filmin içeriğindeki seyirciler için tam tersi etki ederek ilgi çekici hale geliyor. 


Belki de Japon mizahındaki durum komedisinin yaygınlığı, filmin genel az diyaloglu ve hareketlerle güldürmeyi amaçlamasına bağlanılıyor. Filmin belki de en büyük artısı Kanjuro'nun kızını oynayan küçük tatlı oyuncu... O kadar başarılı bir çocuk oyuncu ki, adeta filmin kalbini oluşturuyor. İleri de Japon filmlerinde onu sıkça görür müyüz bilinmez ama bu filmle gelecek için umut veriyor. 

Az mekanda gerçekleştirilen ve mekanların çoğunun ya açık alan ya da döküntü kulübelerde gerçekleştirme çabasıyla beraber, filmin bütçesi daha çok oyunların içindeki yaratıcı düzeneklere harcama yapılmasına neden olmuş olsa gerek. Bu da filmin oyuncuların performansına dayanan bir seyir vaat ettiği gerçeğini yansıtıyor. 


Sonuç olarak Japon filmlerini seviyorsanız, üstelik Samurayların varlıklarını sürdürdüğü döneme de aşinaysanız bu film ilginizi çekecektir. Ancak unutmayalım ki, bu trajikomik hikaye yer yer sıkıcı olabiliyor. Buna rağmen oyunlarıyla eğlenceli bir seyir zevki sunduğu da aşikar. Son karesiyle, aslında günümüze kadar gelen bir efsanenin sinemaya uyarlanması olarak da yorumlanabilir. İyi seyirler.