Kült, esas olarak “din” anlamında kullanılsa da, din ve sosyoloji bilimlerinde, çevrelerindeki kültür veya toplumun genel veya anaarterin dışı gördüğü inanç, uygulama veya ibadetlere kendini adamış bir birleşik insan topluluğuna verilen isimdir.

Kitsch, varolan bir tarzın aşağı bir kopyası olan sanatı sınıflandırmak-ifade etmek için kullanılan Almanca bir terimdir.

Klişe (Fransızca: Cliché) uzun süre çok fazla kullanılmış ve artık etkisini yitirmiş ifade, fikir ya da öğelerdir.

29 Eylül 2011 Perşembe

Attack The Block


Sıkışmışlık hissi hemen hemen her varoşta yaşanılan bir duygudur. Bu yüzden de bu sıkışmışlık hissi, bir anlamda yeni bir düşünceyi doğurur. Madem buradan çıkamıyorum. O halde burasının neden kralı olmayayım? İşte bu düşünce sayesinde zorbalıklar, asilikler ve hatta kaos orataya çıkmaya başlar. Anarşizm tepeye vurur. Ne var ki temelinde aciz bir şekilde tıkılıp kalan insanlar vardır. İşte bahsedeceğimiz filmdeki BLOCK da böyle bir yer...


Filmin isminden de anlaşılacağı gibi  Bu belalı yere, uzaylılar düşmekle en büyük hatalarını yapıyorlar. Çünkü burası Block ve buradan çıkış yok! Mahalledeki yaş grupları 15'i geçmeyen bir çete tarafından kollanıyor. Kollamak derken tabii ki ilk bakışta sadece kendilerini kolluyorlar. Çünkü düzen bunu gerektiriyor ve serserilik maalesef öğretilen bir şey değil. Koşulların zorlamasıyla başı boş kalma durumu var. Bunun neticesinde de çocuk diyebileceğim grup, bir anda bela ile eşdeğer anlama gelmeye başlıyor.


Uzaylılar bu bölgeyi tabii ki bilinçli olarak tercih etmiyorlar. Ancak rastgele gerçekleşen bu olay, bir anlamda bu kayıp gençlerin kendisini bulmasını sağlıyor. Öncelikle kırıcı, yıkıcı olan bu gençler, bir anlamda sorumluluk almaya başlıyorlar. Bunun neticesinde de olgunlaşmaya başlıyorlar. Tıpkı ülkemizdeki askerlik gibi. Çocuk kafasındaki gençler, bir anlamda sorumluluk tecrübesi ile yontuluyorlar. Üstelik bu sefer dünyayı uzaylılardan kurtarma şansları da var.


Attack the Block, son dönemde ortaya çıkan bilim kurgu furyasının bir üyesi denilebilir. Bu bağımsız bilim kurgular, bir nevi türü ayakta tutuyorlar. Üstelik zamanla kültleşmeye başlamaları söz konusu. Bu yüzden de tür sineması her defasında daha çok yeni örneklerin çıkmasına olanak veriyor. Üstelik filmimiz, klişelere girmeyi tercih etmeyerek gönüllerde taht kuruyor.


Uzaylılar, her daim ikiye ayrılıyorlardı. Ya iyiler ve insan dostular. Spielberg sağolsun, bu algıyı yerleştirdi beyinlere. Ya da işgal ve düşman kuvvetler. Bu yüzden de kötü taraftalar. Ancak daha önce kötü olup da kurban olan tarafta olmaları beklenmiyordu. Belki direkt olarak değil ama yine de kurban olsalar bu kadar olurdu şeklinde bir manzara söz konusu oluyor. Uzaylı yaratıkların, çocuklarla mücadelelerinde klasik zorlama sahnelerin yerine, günlük hayatta olabilecek yöntemler koyuluyor. Bu da çocukların mücadelesini inandırıcı kılıyor. Son dönemde hiç bu kadar başarılı kaçış sahneleri izlememiştim.


Aynı zamanda film son dönemin ot filmleri denilebilecek furyayla da akraba sayılır. Bu ot filmlerinde genelde geyik yapan tipler, bunun neticesinde komedi, şapşallıklar vesayre gibi öğeler ön plana çıkıyor. Attack the Block'da ise bu durum sadece yan konu olarak ele alınmış durumda. Nick Frost'u filme sahil etmek adına da bu yol izlenmiş olabilir, onu bilemeyeceğim. Lakin çok da başarılı olmuş. Yani aşı tutmuş!


Diğer bir parantez açılacak konu ise son derece başarılı yapılan uzaylı yaratıklar, bir nevi hayvan cinsine benziyorlar. Fosforlu dişleri ile adeta sinema için özgün bir keşif olmuş. Çok yabancı bir tür değilmiş gibiler. Yine de daha önce şurada gördük denilemiyor. O halde özgün dememizde hiç bir sakınca yok. Son derece başarılılar.


Yönetmen Joe Cornish adeta döktürmüş durumda. Oyuncu yönetimleri kusursuz. Halbuki filmdeki çocuk sayısına bakarsak, bu negatif sonuçlar doğurabilirdi. Aynı zamanda kadrajlar, kamera hareketleri çok başarılılar. Bunun sonucu olarak da Cornish'in yeni filmlerini takip etmek dışında bize şans bırakmıyor.


Filmin içinde çocukların da var olması nedeniyle, doğrudan da olsa mesaj verme güdüsüne gidilmiş. Bu yüzden de sistemi eleştirir laflar esirgemek sizin, seyircinin kulaklarına fısıldanıyor. Klasik zenci - beyaz konusuna zaman zaman girilirken, bir yandan doktorlar, polisler rahatça eleştiriliyor. Üstelik bu yönü sırıtmadan kotararak hanesine bir artı daha yazıyor.


Sözün özü dört dörtlük harika bir işle karşı karşıyayız. Tavsiye edilir. İleride kültleşirse de şaşırmayın lütfen!


          PEST: Bu arada taş gibisin ha! Sevgilin var mı?
          SAM: Evet
          PEST: İyi olduğuna emin misin? Nerede?
          SAM: Şu an Gana'da.
          PEST: Afrikalı çocuklarla mı takılıyor?
          SAM: Hayır orada çocuklara yardım ediyor. Kızıl haç ile birlikte gönüllü gitti.
          PEST: Valla mı? Niye Britanya'daki çocuklara yardım etmiyor? Yeterince egzotik olmadıkları için mi? Burada bronzlaşamıyor diye mi?


***


          MOSES: Eve git, kapıyı kilitle, ödevlerini yap ve Naruto izle!



27 Eylül 2011 Salı

Bir Zamanlar Anadolu'da



Gece yarısı iyi ve kötünün bahçesinde, bozuk havanın tekinsizliği hakimdir. Bir avuç dolusu insan, bir cinayet davasının peşinden koştururken, kendileriyle yüzleşirler.


Kimisinin aklı evdeki karısındadır, hasta çocuğunda... Kimi yalnızlığın pençesinde maziye yenik düşmüştür. Kaçacak yeri yoktur. Bir diğeri her davada kendi yaşadıklarını, kendi iç davasını görmektedir. Yüzleştikleri her detay, onları farklı bir uçurumun kenarında olduğunu hatırlatır. Belki de uçurumdan kaçmak istemiyorlardır. Tam tersi uçurumdan aşağı kanatlanmak onlar için kurtuluştur. 


Hayatın sillesini yer insan... Şikayet eder fakat yapacak da bir şeyi yoktur. Hayatın devam ettiğini kavramıştır. Bu yüzden de içlerine sarılırlar. Yaşamları cehennemse, cennet onlar için yoktur. Yaptıkları işler ise araftır. Sonlarını bu arafta beklerler. 


İşte "Bir Zamanlar Anadolu'da" bu araf sürecini anlatır. 




Karanlığın örttüğü pişmanlıklar, sırlar, bilinmezlikler gün doğumu ile birer birer çözülmeye başlar. Geceyi aydınlatan araçların far ışıkları ve ayın yansıması, gerçeği gölgelerin arkasına saklar. Gölgeler yalancıdır. İnsanı yanıltır. Yanılan insan ne yapacağını bilemez ve saklar kendini. Bu film de saklanan bu insanları anlatır. 


Ölüm belki de insanları en iyi anlatan temadır. Filmin içindeki bu insanları da, işte en güzel ölüm anlatıyor. Morg telaşı içindeki insanların, ölüme ne kadar bağlı olduklarını, en azından sonlarının kıymete binmesini istemelerini, insan doğasının en mühim meselesi haline getiriyor. Bir cinayet üzerinden insanların portresini sunmaya çalışıyor.




Nuri Bilge Ceylan, Gökhan Tiryaki ile bir beyin fırtınasına girmiş ve devrim yaratacak aydınlatmalar yapmış. Bu çok özel ışıklandırma, filmin bir nevi baş rolü haline gelmiş. 


Kamera hareketlerinin nezaketi içinde, insanların ruhlarına dokunuyor. Kullanılan yakın planlar, dramatizasyonu üst seviyeye çıkarırken, tercih edilen genel planlar ise tam anlamıyla görsel bir şölen niteliği taşıyor. 


Karanlığın içindeki araçların ışıkları, bir nevi insanı büyülüyorlar. Bir yandan, diğer yana zıplayan farların ışıkları, aslında bir yerden, öbür yere savrulan insanların durumlarını özetliyor. Tıpkı dalından kopan yasak bir meyve gibi düşüyor yere yuvarlanıyor, sonunda kendini su akıntısına bırakıyor. İnsanların hayat dehlizinde kendilerini bıraktıkları gibi. 


Oyunculuklar genelde, her Nuri Bilge Ceylan filmde olduğu gibi çok başarılılar. Ercan Kesal için ekstra bir parantez açmak lazım sanırım. O kadar doğal oynuyor ki, sanki o karakterin içinde doğmuş gibi. Sanki hiç Ercan Kesal olmamış gibi. Muhtar, her şeyiyle hakim oluyor benliğine. 




Bir zamanlar Anadolu'da Nuri Bilge Ceylan'ın hakim olduğu taşraya götürüyor bizi. Tanıdığı bürokratik konulara sinemasını, insanların huzuruna sunuyor. Uzun süresine rağmen insanı koltuklarında sıkmıyor. Sıkılan insanlar da olacaktır tabii. Ne de olsa gerçek hayat da zaman zaman sıkıcı olmuyor mu?


Bir selam da Zeynep Özbatur Atakan'a vermek lazım. Böyle cesur bir sinemaya kucak açtığı için. Yapım açısından son derece meşakatli bir işe soyunuyor ve altından son derece başarılı bir şekilde kalkıyor. 


Nuri Bilge Ceylan'ın en olgun işine canlı tanık olmak istiyorsanız, bu çarpıcı yapıtı sinemada izlemeniz tavsiye edilir. 


POLİS: Halaybaşı olacaksın Arap! Bu hayatta halaybaşı olacaksın...


Jane Eyre




Bazen patikalı bir yoldan yürürken binaları seyretmektir sinema... Görkemli mimarilere hayranlıkla bakmaktır. Jane Eyre de görkemli bir mimari gibi. İçinde çok az şey barındırdığını zannediyorsunuz. Sanki sandığa kapatılmış bir mücevher... İçindeki cevherleri sürekli içine atıyor. Dışarı bırakmaya yeltenmiyor. Yavaş yavaş, salına salına süzülüşünü izliyorsunuz. 

Masum küçük bir kızın, zalimlerin arasında kalışına tanık oluyoruz öncelikle. Sonrasında sevginin hapsolduğu bir yere varıyor yolculuğu. Sevgi, kapalı kapıların ardına kilitlenmiş. O içeri süzülerek, istifini hiç bozmadan renk vermeye çalışıyor. Hem kendi dinginliğinin içinde sakinleşiyor. Hem de öfkenin duruşunu bozuyor. Saklanan gölgeler, masumiyetin arkasına saklanıyor. Bir anda bir ışık gözlerine, aşkın gözleri kör eden ışığı... Gözlerini kısıyor, bakamıyor yanındakine. Bir gün ışık aniden söndüğünde, ne yapacağını bilemiyor ve koşmaya başlıyor. Zaman köleliğin kırbacı oluyor. İz bırakmadan kamçılıyor masumiyeti. Sonra bir el uzanıyor, ne olduğu bilinmeyen. Tutmamak nezaketsiz olur ki, geri çevirmiyor uzanan eli. O el, eline değiyor. Aydınlanma başlıyor. Her karanlığın bir aydınlığı vardır. O da o aydınlığa uzanıyor. Zaten karanlık ne demektir ki insan için? Karanlık, yeterince aydınlığın girmediği yerdir. 





Mia Wasikowska duru, sade oyunculuğunu, melekleri andıran yüzüyle birleştiriyor. Michael Fassbender'in sıkışmış adama verdiği hayat, sıyrılıyor hikayeden. Diğer oyuncuların da bu ikiliye ayak uydurmaya başlamasıyla, karşımıza bitmeyen bir şölen çıkıyor.

Fukunaga'ya teşekkür etmek gerekiyor. İyi oyuncu yönetimi ve insanı sıkmayan yönetmenlik becerisi için. Buffuni'nin mükemmel roman uyarlaması, Goldman'ın da incelikli görüntü yönetimi için...

Jane Eyre, zamanını son derece iyi kullanıyor. İçinde bulundurduğu basit ama acıklı hikayeyi sonuna kadar zenginleştiriyor. Kaybolmuşluğun, ait olamamanın, unutamamanın, içine atmanın adeta bir resmini çiziyor. Filmin içinde tıpkı Jane'in yaptığı gibi.





Ne denir bilinmez ama insan büyüleniyor, bu dönem filminin içerisinde. Herkese tavsiye edilmez tabii ki bu film. Sadece hissetmeyi sevenler için, hafif tebessüm edip, ağlamamaya çalışanlar için bu film.

Belki de 2011'in aşk filmidir kendisi.  

Kendimde kısaca özetlersem Jane Eyre'yi:

Yakınken uzak olmanın, uzakken dokunamamanın endişesini anlatıyor. Temiz yüzlü bir kuğuya benziyor sineması...

Başınızı sevdiğinizin göğsüne yaslayın ve uyanın artık... Her şey için çok geç olmadan...


Rochester: Pilot. Who's there? This hand. Jane Eyre. Jane Eyre. 
Jane Eyre: Edward, I'm come back to you. Fairfax Rochester with nothing to say. 
Rochester: You're altogether a human being Jane. 
Jane Eyre: I conscientiously believe so. 
Rochester: I dream. 
Jane Eyre: Awaken then.