Kült, esas olarak “din” anlamında kullanılsa da, din ve sosyoloji bilimlerinde, çevrelerindeki kültür veya toplumun genel veya anaarterin dışı gördüğü inanç, uygulama veya ibadetlere kendini adamış bir birleşik insan topluluğuna verilen isimdir.

Kitsch, varolan bir tarzın aşağı bir kopyası olan sanatı sınıflandırmak-ifade etmek için kullanılan Almanca bir terimdir.

Klişe (Fransızca: Cliché) uzun süre çok fazla kullanılmış ve artık etkisini yitirmiş ifade, fikir ya da öğelerdir.

29 Mart 2012 Perşembe

Nothing to Lose (1997)



İnsanlar hayatlarından neden vazgeçerler? Hangi olay onları bir felakete götürebilir ve bazı kararların insan hayatına etkileri üzerine düşündüğümüzde, aslında bazı şeyleri yeterince irdelemediğimizi görürüz. İşte o anlardan birinde kaybedebilecek bir şeyinin kalmadığını düşünen bir adamın hayatına konuk oluyoruz. 


Nick Beam karakterinin her şeyi var. Ancak her şeyden çok sevdiği karısını uygunsuz bir vaziyette bulunca, kendi hayatından vazgeçecek duruma geliyor. Öyle ki hayatında yapmayacağı şeylere kalkışıyor. Sevginin bir insanı ne halleri getirirken, bir yandan da ne tür durumlardan kurtarabileceğini bizlere gösteriyor. 




O halde hemen filmin konusuna bakalım. Nick Beam işinde başarılı, güzel karısıyla mutlu bir adamdır. Ancak bir gün eve erken geldiğinde karısını patronuyla kendi yataklarında görür. Bu yıkıcı görüntünün üzerine şuursuzca arabasına atladığı gibi sürer. Varoş sokaklarında bir yerlere geldiğinde bir soyguncu arabasına atlar. Ancak bu soyguncu asrın hatasını yapmıştır. Çünkü hayatı ellerinden kaymış bir adamın yanındadır. Bu yüzden de Nick hiç düşünmeden son gaz gazladığı gibi Arizona'ya gider. Bu ikilinin birbirini küçümser tavırları bir kenara dursun, Nick intikam peşindedir. Bunun üzerine patronunun kasasını, tanımadığı bu siyah soyguncu adamla soymaya karar verir. Tabii işler sarpa sarar. Başka soyguncular, polisler, güvenlik görevlileri gibi aksiliklerle Başlarına türlü belalar açarlar, ancak bu iki adam bu süreç içinde birbirlerini tanımak için fırsat bulurlar. 




Hollywood'un eskiden sıkça kullandığı yanlış anlamalar üzerine kurulu hafif komedilerinden biri daha sizlerle. Ancak bu sefer 90'larda geçen hikaye, saf komedi imgelemeleriyle desteklerken, durum komedisi yan türünden yararlanıyor. Böylece karakterlerinin bu garip durumlardan nasıl sıyrılacaklarını öğrenmek üzerine filmi izliyoruz. 


Çağımızın belki de nedensiz komedi anlayışının öncülerinden bir film olabilir. Lakin günümüzdeki gibi içi boş ve sadece geyik üzerine gitmeksizin, bunun yerine kendi içinde aile kavramını irdelemeyi başarıyor. İşsizlik yüzünden soygunculuğa başlayan aile babası Terrence'in durumu ise pek iç açıcı olmasa da, hayatın gerçeklerinden bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. 




Ne kadar sevimli olsa da, içerisinde bolca klişe replik ve an barındıran Nothing to Lose, pek düşünmeden güzel vakit geçirmek insanlar için doğru bir seçim kabul edilebilir. Özellikle de Martin Lawrence komedilerini ve Tim Robbins'in saf oyunculuğunu seviyorsanız bu film sizin için altın madeni olabilir. Tabii çok da mana yüklememek lazım. Ne de olsa bu bir hafif komedi filmi, bir bakıma da yol filmi... 90'ların cezbedici atmosferini özleyenler için....



T. Paul: Okay, when you meet my wife, she don't know nothin' about my sideline gig. 
Nick Beam: You mean she doesn't know you're a thief? 
T. Paul: Hey, I'm not a thief. Okay? I just dabble in future used goods. 



21 Mart 2012 Çarşamba

Boy Wonder (2010)


Gözünün önünde annesi öldürülen bir çocuk, yaşadığı bu olayı unutabilir mi? Bu travma hayatının sonuna kadar onunla mı gider. Ya da hayat bu olay üzerinden mi şekillenmeye başlar? Boy Wonder bu tip sorulardan giderek, kendi içinde bir adalet dengesi kurmaya çalışıyor. Peki başarabiliyor mu?

Akla ilk başta son dönemde sıkça karşımıza çıkan süper kahramancılık oynayan genç filmlerinden biri gibi geliyor. Ancak film ilerledikçe bu yoldan saparak kendi gerçekliği içinde farklı bir yön çiziyor. Özellikle afişindeki gizlenmeye çalışan boyalı yüzün, bir süper kahramandan farksız olması, filmin bu yoldan gideceği izlenimi yaratıyor. Bu teknik işe yaradı mı bilinmez. Önyargının baştan ortaya çıkmasına neden oluyor. Yine mi bu tip film diye. 


Tabii filmi izledikçe filmin farklı yönlere kaydığını fark ediyorsunuz. Özellikle de aksiyondan çok suç - gerilim türleri üzerinde seyretmesi, filmin bir anda eğlenceli filmler kategorisinden ayrılmasına neden oluyor. Ana karakterin şizofrenik hareketleri, yavaşça bir travmanın neden olduğu şoka bağlanırken klişelerin bükülmeye çalışılması çok da etkili durmuyor. 

Neden böyle dediğime gelirsek; film bariz bir şekilde kötü ve sıradan senaryosunu fazla ciddiye alıyor. Bu yüzden de iyi film rolü yapmaya çalışıyor. Ancak ne yazık ki vasatın altındaki genel alt yapısı durumu kurtarmaya yetmiyor. Bu yüzden de seyircinin sevdiği yönlere kaymaya teşebbüs ediyor. Böylece film ne kadar havada kalsa da, sürprizlerimle seyirciyi memnun ederim kılığına girmeye çalışıyor. 


Bu örneklendirmeden önce dilerseniz filmin konusuna bir göz atalım. Sean Donovan, küçük bir çocukken çok sevdiği annesinin gözünün önünde öldürülmesine tanık olur. O günden beri içine kapanık sessiz bir çocuk olmuştur. Ancak Sean geceleri diğer yüzü ortaya çıkar. İnsanları rahatsız eden, suç işleyen ve adaletin yerini bulmadığı davalardaki suçluların yanına giderek gövde gösterisi yapar. Gece bu tip adamlarla boğuşur ve en sonunda da ceza olarak onları öldürür. Bu adamların kurbanları onu kahraman olarak görse de, bu suç rüzgarı polisin hoşuna gitmez. Teresa Ames isimli yeni terfi alan polis memuru, cinayet masasında Sean'ın öldürdüğü adamların cesetlerinden yola çıkarak katil kahramanı bulmaya çalışır. Ancak işin ilginç yanı Teresa ve Sean'ın yavaş yavaş arkadaş olacağıdır. 


Kısaca bilindik bir süper kahraman hikayesiyle karşı karşıyayız. Tam olarak süper kahraman olmasa bile kendi  adaleti dağıtan insan modeli de denilebilir. İşte bu model bir film beklerken, senaryo bir anda sözde seyirciyi ters köşe yapmak adına yeni adetler çıkarmaya çalışıyor. Örneğin babası ile olan ilişkiye yönelerek drama yönelirken, çok geçmeden karakterini umursamadan şizofrenik bir kişiliğe döndürüyor. Ancak bunu yaparken de aslında ben size öyle bir şey demedim dercesine umursamaz bir tavır sergiliyor film. Tabii filmin sonunda da aslında çok film izleyenlere sürpriz gelmeyecek bir final bizlere sunuluyor. Farklı olma kaygısına fazla takan film, kendi içinde çürüyerek vasıfsızlaşıyor. 

Filmin en büyük handikaplarından biri de filmin oyunculuklarındaki kötülük... Ciddi ciddi ana karakterler inandırıcılıktan uzaklar. Son derece müsamere görüntüsü içinde replik ezberleyen robotlar gibiler. Bu yüzden de bazen insanın tahammül sınırları zorlanıyor. İlginç olan filmin sonundaki sürprizin filmin genelindeki kötü havayı yok edeceği düşünülmesi...

Sonuç olarak klişe ve kötü oyunculuklarıyla film izlenmeye değmez klasmanında. Bu filmi izleyene kadar Kick-ass bir daha izlenebilir. Bu yüzden kahraman filmi bekliyorsanız bu film sizin için değil. İntikam hikayesi diyorsanız o da değil. Geriye ne kalıyor? Vakit kaybı, sadece vakit kaybı... Tabii buraya kadar anlattıklarım ilginizi de çekebilir. O kişiler deneyebilirler tabii ki...




Puncture (2011)



Bir avukatın en büyük görevi adaletin sağlanmasına yardımcı olmaktır. İşte bu yüzden de bazı şeyleri görmezden gelemez. Görmezden geldiği takdirde hukuk gözünde objektifliğini yitirir. Bu yüzden de insanların hala hukuka inanıyor olmalarının temel nedeni, hakları arayan insanların varlıklarını daima sürdürmesi olduğu söylenebilir. 


İşte idealist bir avukatın günlüğünden yararlanıyoruz. Gerçek olaylardan esinlenilen film, iki avukatın dev bir şirkete kafa tutmasını ve doğruluk için çabalamasını anlatıyor bize. Tabii her direnişin bazı bedelleri vardır. Bu film de o teori üzerinden giderek tarafsız kalamıyor. Kendi tarafından bir hukuk hikayesini izlemek ise seyirciye düşüyor. 


Filmimizi kısaca özetleyelim. Mike Weiss ile Paul Danziger, aynı okuldan mezun iki avukattır. Kendilerince idealist bir hukuk şirketi kurmuşlardır. Böylece madurlara yardım etmek istiyorlardır. Bir davadan alınlarının akıyla çıktıklarında, bir anda sorunu olan her tür insan büroya yağmaya başlar. Ancak Mike farklı bir dava peşindedir. Öyle ki seçtikleri davanın büyük olmasını, böylece adlarının duyulmasını istiyordur. Bu yüzden de hastanede bir iğnenin batması sonucu aids olan bir hemşirenin davasına yönelirler. Paul için sıradan bir dava gibidir. Ancak Mike davada gelecek görmeye başladıkça, aslında ilaç şirketleri içindeki pislik batağının olduğu gerçeği ortaya çıkar. Bu davayı takıntı haline getiren Mike, dava dışında karanlık güçlerle de savaşmalıdır. 




Hastanelerin tek kullanımlık güvenli iğneye geçişlerini anlatan bu olay, 1999'daki gerçek olaylara dayanıyor. Tekel haline getirdiği ilaç satışlarına sahip olan bir şirket, idealist avukatların pisliklerini görmesi için çeşitli engellemelerden kaçınmıyor. Bu yüzden de dava uzadıkça uzuyor. Bu yüzden de yeni tanıklar, yeni deliller bulmak gerekiyor. Bu iğneler yüzünden Afrika'daki insanların aids olduğundan ve hala bu olaya devam edildiğinden yakınan film, bir nevi sağlık sistemini eleştiriyor. Bu bağlamda klasik bir mahkeme filmi diyebiliriz. 


Tabii bu klasik eğilimi değiştiren en büyük unsur, ilaç şirketine davayı açan son derece sıra dışı olan avukatımız. Mike Weiss, son derece kendine güvenen, kadınların taptığı, fahişelerle gününü gün eden bir uyuşturucu bağımlısı... Eroin, kokain, haplar demeden ağır bir şekilde gece gündüz bu illetle uğraşıyor. Bağlı olduğu çevre it kopuk, junkie ve bunun gibi düşmüşlerden oluşuyor. Bu yüzden de sürekli sorunlar yaşıyor. Dışarıdan bakıldığı zaman itici görünen bu tip, her şeye rağmen davaya olan tutkusuyla takdiri hak eden bir karaktere dönüşüyor. 




Chris Evans'ı aksiyon ve komedi filmlerinden arda kalan zamanında bu tip filmlerde görmek son derece insanlara ilginç gelebilir. Ne de olsa onu alıştığımız rollerden biri değil bu. Tabii her ne kadar ona göre görünmese de, onun bedenine uyarlanan karakterinin içinde son derece sempatik gelen bir oyunculuk sergiliyor. 


Filmin ilginç noktalarından biri ise bir teoriyi desteklemesi... Teori derken sonuçları belli olmayan ama öyle olduğu düşünülen cinayetin, aslında kötü güçler tarafından değil, ilaç şirketinin adamları tarafından gerçekleştirildiği düşüncesi filmin belki de en belirgin önermesi olsa gerek. Bu şekilde insanların bir olay uğruna ölebileceğini ama yine de adaletin sağlanması gerektiğini seyirciye anlatmaya çalışıyor. 




Sonuç olarak film yaptığı eleştirilerle, oyunculuklarının yeterliliğiyle ve insanı motive eden sürpriz finaliyle ilgi çekici olsa da, genele bakıldığında vasatı aşamayan bir film olarak dikkat çekiyor. 100 dakikalık süresi son derece uygun duran bu filmi, alternatif isteyen seyirciler izleyebilirler. Dört dörtlük olmasa bile, köşede kalmış filmler arasında iyi bir seçenek sayılır. 


Nathaniel Price: I bet you spent your whole life believing that you, you were born to do something great, make a difference, do something special. Important. But Michael, it's the most ordinary thought anybody ever had. 




The Sitter (2011)



Tembellik... Belki de günümüzün en büyük hastalığı... İşte bu hastalıktan muzdarip günümüz nesli, bilgisayarların ve televizyon başından kalkmadan hayatlarını sürdürebileceklerine inanıyorlar. Ancak eninde sonunda gerçekle yüzleşip bir iş bulmaları gerçeğiyle burun buruna kalıyorlar. İşte bu tip bir gerçekle yüzleşen bir gencin hayatını anlatıyor film. 


Filmimizin konusu aslında gerçekten çok, annesinin refahı için zorunlu kalan biri hakkında da denilebilir. Çünkü Jonah Hill'in oynadığı Noah Griffith karakteri için ev iyi yer aslında. hayatını eğlenip zevk almak için yaşamak istiyor. Ancak parasızlık da bir yere kadar. İşte bir gece annesi, bir arkadaşının tanıştırdığı bir adamla randevu maksatlı tanışacaklar. Ancak annesinin arkadaşının çocuklarına bakıcılık yapacak kimse yok. Bu yüzden de birilerinin onlara göz kulak olması gerekiyor. Bu maksatla istem dışı işine başlıyor Noah. 




Filmin komik nüanslara sahne olmasının temel nedeni ise karakterlerin absürtlüğünden ortaya çıkıyor. Malum Amerikan sineması son dönemde hikaye anlatmaktansa, durumlardan yola çıkan komediyi tercih ediyor. Bu yüzden de bir gece içinde para bulması karaktere yöneliyor. İşte Noah da birbirinden sorunlu üç çocukla baş başa kalıyor. Çocuklardan biri sürekli psikolojik sorunlarıyla mücadele etmeye çalışan silik bir genç. Bir diğeri kendini büyük kılmak için yüzüne ağır makyajlar yapıyor. Böylece büyüklerle daha rahat takılabileceğini sanıyor. 


Üçüncü ve son çocuk ise tam bir baş belası... Evlat edinilen bu El Salvador'lu çocuk, her an her yerde bela çıkartmaya meyilli olduğundan Noah'ın başını çok fazla ağrıtıyor. Tabii bu grup evde yalnız falan kalmıyorlar. neden mi? Noah başına bela arıyor. Onu kullanan kız arkadaşının seks teklifi karşısında deliye dönüyor ve ona kokain almak için karanlık adamlara bulaşıyor. Tabii karanlık derken lafın gelişi söylüyorum. Çünkü Sam Rockwell son derece komik bir kötü adam çalışmasına imza atıyor. 




İşte üç çocuk, Noah ve başlarına açtıkları türlü belayla bir geceyi atlatmaya çalışıyorlar. Konusu itibariyle klişelerden klişe beğenen filmimiz, 90'lı yıllardaki bebek bakıcısının maceraları tadında bir iş çıkartmaya çalışıyor. Bu tip filmler video camiasının haşır neşir olduğu sevilen filmlerdi ne de olsa.


Ancak filmin en büyük handikabı sürekli kendini tekrarlayan espri anlayışı ve fazlaca eşcinsel esprilerine göndermeler yapması denilebilir. Partiden partiye dolanan gece yolcularının bu çerezlik filminden keyif alabilirsiniz ama sadece o kadar. Çünkü filmin içeriğinde klasik mesajlardan öteye gidilmiyor. 





Hatta içeriğinde iliştirilen duygusal baba - oğul ilişkisi de havada kalıyor. Böyle duygusal bir temayı komediye vurmaya çalışıp film sınıfta kalmayı beceriyor. Oscar'a aday olup Jonah Hill'in çıtayı yükseltmesini beklesek de, bu durum pek de o yolda gitmeyecek gibi. Ne de olsa Jonah Hill, oyunculuktan çok filmlerinde eğlenmeyi seven bir oyuncu. Bu da böyle gidecek gibi gözüküyor. 


Şişman oyuncuların pek baş rol almadığını düşünürsek, Amerikan komedisinin gittikçe buna yönelen tavrı bir anlamda Türkiye'de olduğu gibi orayı da ele geçirecek gibi. Sonuç olarak eğlenceli boş vakit geçirmek için birebir, aksi takdirde başyapıt beklemeyin. 






Noah Griffith: My name's Noah Jaybird. Ca caaa! What's your name? 
Soul Baby: They call me Soul. Soul Baby. 
Noah Griffith: Soul Baby? 
Soul Baby: Yeah. 
Noah Griffith: Keep it in control baby. Tears, no fears man. 
Soul Baby: Is that right? 
Noah Griffith: Respect it, don't neglect it. Treat it, don't beat it. 
Soul Baby
: You're a badass motherfucker.  




13 Mart 2012 Salı

The Grey



Uçak kazaları, sinemanın içinde özel bir yere sahiptir. Çünkü bu son gibi gözüken facianın ardında hep bir umut kırıntısı ve hayatta kalma mücadelesi izleriz. Bu yüzden de uçak kazalarının ertesinde yaşananlar, hayatın ne kadar değerli olduğunu insanlara gösterir. Özellikle de kazadan canlı çıktıysanız. 


The Grey filmi de bir nevi bu formülü uygulayarak, yaşam mücadelesinin üst düzey olduğu bir hikayeyi seyirciye sunuyor. Hatta bunu kaza ile sınırlandırmıyor. Kaza sonrası olumsuz koşulları çeşitlendiriyor. Kazanın buz gibi Alaska'da gerçekleşmesi birinci faktör doğa koşullarının zorluğu, aç kurtların avlanma merkezinde olması ikinci handikabı ve uçsuz bucaksız bir ıssızlığın içine hapsolmak faktörüyle zincirin tamamlanmasına ön ayak oluyor. 




Filmimizin konusu ise gayet açık. John Ottway, Alaska'da çalışan işçilerin hayvan saldırılarına karşı koruyan bir  nevi korucudur. Hayatını hayvan öldürerek kazanır. Bir uçak yolculuğu sırasında işçilerin ve kendisinin bulunduğu uçak düşer. Bunun sonucunda kazadan sağ çıkan bir grup adam kurtulma mücadelesine girişirler. Tabii bu iş kolay olmayacaktır. Çünkü soğuk doğa koşullarının yanında, onları yem olarak gören bir kurt ordusu peşlerindedir. hayatta kalabilecekler midir? 


Kaybolmuş bir adamın, hayattan dahi vazgeçmiş beyninde aniden alevlenen bir olay bu. Uçak kazasının kaybettirdikleri onun kendi iç dünyasında kazandırdıkları oluyor. Çünkü bir yandan kaybettiği sevdiğinin acısı varken, bir yandan da babasına verdiği değer var. Bu yüzden de mücadele etmeden kaybetmek ona göre bir olay değil. 




Karakterlerin çoğunun tutunacağı bir hayat var. Bu yüzden kurtulmaya çalışıyorlar. Biraz olsun ailesini son kez görmek adına. Vahşi doğa ile cebelleşiyorlar. Malum şartlar zor, tehlikeler her an nereden çıkar bilinmiyor. Lakin nefesini hissettirmeden aniden ortaya çıkıyorlar. Bu yüzden de ölüm her ne kadar kendini sık göstermese de, ensenizde hissedilebilecek bir mevzu. 


Bu yüzden de film kendi içinde bir ölüm tanımı yapıyor. Ölüm insanın üzerinden geçip giden sıcak bir durum. Hayatınızda en sevdiğiniz kişinin sizi yanına götüreceği ve acı çekmeden ruhunuzun malum sonsuzluğa erişeceği yere gidene kadarki süreci olarak tasvir ediliyor. Bu yüzden de filmdeki her ölüm dışarıdan vahşice görünse de, ölen kişilerin gözünden bakıldığında son derece huzur verici gözüküyor. Bu yaklaşımıyla bile film bir açıdan uzun zamandır pek değinilmemiş şekliyle devrimci bir görünüş sağlıyor. 




Tabii ölüm herkes için bu kadar iyi olmasa gerek. Ne de olsa en sevdiklerin uzun zaman seni terk etmiş ise, umudun yoktur. Bu yüzden kendini bir hiç uğruna savaşıyor gibi hissedersin. Bu durumlarda savaşmadan huzuru yakalaman lazımdır. İşte bu yüzden bekleyeni olmayanlar için görüp görebilecekleri en huzurlu yer belki de bir dere kenarında, dağ manzarasının eteğidir. Onlar gerçekliğin içinde bir hayalin kapısında kaybolmak isterler. Film de bir nevi böyle tasvir etmiş bu kişileri. 




Ana karakterimiz John Ottway ise tam anlamıyla hayatında vazgeçmiş bir adam. Her an ölümü, intiharı düşünüyor. Hatta ölüme yaklaşmayı da deniyor. Ancak aklına ölüme giden bir kurdu getirdiğinde ölümün belki de kurtulmak olmadığını düşünüyor. Bu kadar ölüm düşünen bir adamın, kurtları öldüren bir hayvan katili olması ise tam anlamıyla ironik bir düşünce. Gerçi kendi içinde sorguluyor, neden böyle yapıyorum diye. Ancak amaçsız olmaktansa bu bile iyi bir seçenektir diyor. Tabii uçak kazası onun için dönüm noktası oluyor. Bu koşullarla mücadele eden bir kişi olarak en büyük düşman kurtlarsa, kendisi de kurt katili olarak bir gruba en gerekli adam halini alıyor. Ne de olsa ölmek isteyen bir adamdan, daha korkusuz ne olabilir ki?




Filmimiz nefes kesici bir gerilim dokusu içerisine yedirilmiş. Doğa şartlarıyla mücadele ederken, bir de kurtların tedirginliğini içeriğe dahil ederek, korku janrına selamlarken, gerilimi yeniden biçimlendiriyor. Joe Carnahan'ın bu yaklaşımı belli ki çok yeni bir olay değil. Ancak günümüz sinemasında pek eşi rastlanır bir deneme olmadığından, parlak bir iş yaptığını belirtmek lazım diye düşünüyorum. 


Film her yönüyle klişelerden uzak durmaya çalışsa da, bazen bu klişelerin içine girmekten kurtulamıyor. Fakat bu anlamda klişeye dahil olacaksam, bunu kitschleştirerek yapmam en hayırlısı diyerek seyirciyi bir kere daha sevindiriyor. Bu bağlamda filmin genel ilerleyişinde sağlam bir kurgu olduğu söylenebilir. Filmin belki de en büyük klişesi final jeneriğin sonunda ortaya çıkan bir devam filmine açık kapı bırakma refleksi... Bu refleks bu tip bir filmin bile ileride çöpleştirilebileceğini öngörmemizi sağlıyor. 




Sonuç olarak keyifli ve heyecanlı seyir keyfi sunarak, zamanı düşünmeden filmi izlememizi sağlayan sağlam yapı filmin en büyük artısı, karakterlerin kendi içlerindeki git geller olsun, ölüme getirdiği yaklaşım olsun, genel olarak doyurucu bir içerik sunması sayesinde film olumlu bir notu hak ediyor. Bu yüzden de The Grey benim tavsiyemdir. Bu heyecanlı doğa filmine bir şans verin. Sonu belki sizi tatmin etmeyebilir ama bazen suyun aktığı dinginliğe kendinizi bırakmanız gerekebilir...



Ottway: Once more into the fray. Into the last good fight I'll ever know. Live and die on this day. Live and die on this day.  



Machine Gun Preacher (2011)


Her insanın farklı zamanlarda farklı hataları olur. Önemli olan bu hataları anlayıp, üstesinden gelmektir. Bu nedenle de çaba sarf etmesi gerekir. Ne de olsa zaman insanın aleyhine işler. Tabii her hata başka bir kapıyı açacaktır bu yüzden de hatalardan ders almak en büyük erdemdir. 

İşte bu tip hatalar yapmış bir adamın hikayesine yoğunlaşıyoruz. Gerçek bir hikayeden uyarlanan filmimiz, hatalarından dersler almak isterken bir anda farklı bir dünya keşfeden bir adamı anlatıyor. Belki anlayışlar da net olarak doğru bir şeyler yok ama herkesin kendi açısı vardır. 


Filmimizin hemen konusuna değinelim. Sam Childers, hapisten yeni çıkmış, ailesini çok sevse de pisliklerden paçayı sıyıramamış bir serseridir. Uyuşturucu, silahlı saldırı, adam yaralama ve bunun gibi suçlarla uğraşırken bir gün bir adamı öldürdüğünü sanır, bu yüzden de karısından yardım ister. Karısı bağlı olduğu kiliseye götürür Sam'i. Burada kutsanan Sam bir nevi hayatına yeni bir yön verir. Artık Tanrı adına savaşan bir adam haline gelir. Kendini pisliklerden arındırır, iş kurar ve ailesiyle iyi bir konuma gelir. Ancak bir gün kiliseye gelen Afrika'da çalışmalar yapan bir vaizden çok etkilenir. Bunun üzerine Sam de Afrika'daki bir yardım hareketine katılır. Burada Deng isimli bir özgürlük askeriyle tanışır. Sudan için savaşan bir askerdir. Sudan'daki RSA örgütüyle yoğun bir savaş içindedirler. Sam de onlara yardım etmek ister. Yokluk içindeki Afrika'da hayatına yeniden yön vermek isteyen Sam, buradaki çocuklar için savaşır. Ancak buradaki zorlukların yanında, gerçek hayattan kopma noktasına gelir. 


Gerçek bir yaşam hikayesiyle karşılaştığınızda amaçları olan adamları fark edersiniz. Bu amaçlar uğruna hayatındaki her şeyi veren ve bunun karşılığında ise birkaç insana daha çok yardım ettiğini düşünen gizli kahramanlar... İşte bu tip bir adamın hayatıyla karşı karşıyayız. 

Film iki farklı hikaye üzerinden işleniyor. Sam Childers'ın ilk dönem hayatı... Ve Afrika'daki hayat... İlk döneminde klasik motorcu serseriden, dini insanca sarılıp kendini bulan adam hikayesiyle karşılaşırken, ikinci dönemde Afrika'da bir efsaneye dönüşen yardım gönüllüsü bir adamı izleriz. İşte bu iki hikayenin de farklı yönleri vardır. 


İlki son derece toz pembe ilerlerken, diğerinin hafif açık tonlu bir yanı bile yoktur. Çünkü yüzlerce Afrikalı çocuk zalimce öldürülür. Onları umursayan kimse yoktur. Ve bu zalimliği durduracak bir kişi bile çıkmaz. Bu yüzden de ana karakterimizin üstlendiği misyon, bir nevi olması gereken insani yardımdan başka bir şey değildir. 

Hikayemizin Hristiyanlıkta kendini bulan karakterinin, bir nevi müslümanlığa karşı düşmanlık taşıdığını görürüz. Ancak bunun nedeni açıktır. Sudan da bunca zalimliği yapan grup müslümanlığı benimsemiştir. Hristiyanlar bunu kendi içlerinde dini bir savaş gibi görürler. Halbuki esas sorun iktidarın getirdiği acımasızlık ve diktatörlüğün sonucudur. Bu yüzden filmi biraz eleştirebiliriz. Çünkü gereksizce bir Hristiyanlık propagandası yapıyor. Sanki müslümanların hepsini katilmiş gibi gösteriyor. Bu noktada Haçlı savaşlarında meydana gelen Müslüman katliamları düşünüldüğünde, günümüzde gereksiz bir anlayış olmuş. 


Tabii ana karakter başlarda Hristiyanlık adına uğraşsa da, sonrasında yardım istediği dindar geçinen ama parasını lükse yatıran insanları gördükçe aslında olayın din olayı olmadığını fark ediyor. Çünkü Afrika'daki onca çocuk henüz dinin ne demek olduğunu görmeden bunca acıları göğüslemek zorunda kalıyorlar. İşte bu tarafıyla film biraz gidişini ve aslında anlatmak istediği meseleyi bizlere az da olsa hatırlatıyor. 

Sonuç olarak Machine Gun Preacher, meselesine yanlış yerlerden girip, sonunda doğru yerleri zor da bulan bir film. Vermek istediği mesajı tam anlamıyla veremiyor. Bu yüzden de arada kalmış vasat bir filmden öteye gidemiyor. Filmde klişeliklerin çokça kol gezdiğini de düşünürsek, sadece ilginç bir hayat hikayesine tanık olduğumuzu söyleyebiliriz. Film olarak olmasa da, kitap nezdinde anlatılan son derece ilgi çekici ve üzücü olayların cereyan ettiği bir coğrafyayı anlatıyor. Belki de film bağımsız bir film olsa, daha çok ilgi çekebilirdi. Bu haliyle vasat bir film olmaktan öteye gidememiş. Afrika'da dehşetin Amerikan gözüyle resmini görmek isteyenlere tavsiye edilir. 







7 Mart 2012 Çarşamba

The Woman in Black



Hayaletli evler sinemanın baş tacı edilen korku motiflerinden biridir. Genelde hayaletler söz konusuysa eski evler mesken tutulurlar. Ne de olsa eski evlerin geçmişi vardır. Bu geçmişler ne kadar karanlıksa, o kadar korkutucu olurlar. Tabii sinema sektörünün de işine gelir bu olay. 


İşte o filmlerden biriyle daha beraberiz. Korku temalı kitap veya çizgi romanlardan biri daha bizlerin elinden öper.  Çok yabancı olmadığımız unsurlarla klişe bir hikayeyi önümüze sunuyor filmimiz. Peki bunca unsura rağmen filmimiz klişe mi, yoksa bu handikaplarını kitsch olarak mı kullanıyor. 




O halde hemen konumuza değinelim. Arthur Kipps, karısının ölümünden sonra oğlu ve bakıcısıyla yaşayan bir avukattır. Ada kasabalarından birinde bataklıktaki ev olarak bilinen evin işleri ile uğraşmak için bu kasabaya gelir. Ancak kasabanın sakinleri bu yabancıya pek iyi davranmazlar. Kasabadan bir an önce gitmesini istiyorlardır. Arthur ise inatçıdır, bu yüzden de işlerini bitirmeden buradan ayrılmayı düşünmüyordur. Bu yüzden de bataklığın oradaki korkunç evde kalmaya başlar. Burada siyahlar giymiş bir kadını sürekli görse de, kadının sırrını çözemez.  Arthur kadını her gördüğünde kasabada bir çocuk ölür. Acaba bu evin ve bu kadının sırrı ne olabilir?




Belli klişe bir konu sayılabilir. Ancak senaristler muhtemelen klasik iyidir düşüncesinden gelerek kendilerine gotik bir atmosfer yaratmayı hedeflemişler. Bu yüzden de öncelikle muhteşem bir mekan bulmuşlar. Gerçekten de ürpertici bir ev ve suların belli saatlerde çekildiği bir bataklık ada... Muhtemelen İngiltere'de pek zorlanmamışlardır. Bu gibi evler İngiltere'de fazlaca mevcut... 


Filmin çocuk altyapılı korku temaları, insana ister istemez Children of Damned'ı hatırlatıyor. Ancak bu sefer çocuklar katil değil, kurbanlar ve makyajları sağ olsun zararsız birer korku unsurular. Yoksa kuklası mı deseydim? Tabir pek önemli olmasa da, filmin içindeki neredeyse her obje birer gizem ve gerilim aracı olarak seyircilere sunuluyor. Odalardaki oyuncaklar, kapılar, pencereler, mezarlık ve bunun gibi bir çok obje sinemanın klişelerine maruz kalıyor. 




Korku türü ilginç bir tür olduğundan olsa gerek, aynı şeyler tekrarlanmaktan çekinilmiyor. Siyahlar giymiş kadın bir hayalet, zaman zaman çığlıklarıyla, zaman zaman ise ani çıkışlarıyla seyircisini hop oturup, hop kaldırmayı hedefliyor. Karanlık bir ortamda filmi izlediğinizde kısmen bunu da başarıyor. Başarıyor başarmasına ama filmin genel korku seviyesi çok altlarda. Film temposunu iyi ayarlayamadığı gibi kimi zaman sıkıcılaşıyor. Çünkü çocukların tek tek ölmesini izlemek pek de eğlenceli sayılmaz. Özellikle de nam-ı diğer Harry Potter Daniel Radcliffe oradan oraya şuursuzca koşarken...


Daniel Radcliffe demişken bu projeyi nasıl seçtiği sorulduğunda, Harry Potter serisindeki imajından kurtulmak için farklı ve alışılmışın dışına çıkacağım demiş. Ancak kusura bakmasın ama iki sakal bırakmakla bu kimlikten sıyrılmak kolay değil. Ne de olsa her izleyici onu şatolardan çıkmayan bir büyücü olarak tanıdı. Yani hayalet hikayesi, aslında onun için farklı bir olay değil. Harry Potter filmlerinde de hayaletler eksik olmuyordu. Özellikle de farklı bir rol demişken... 




Tıpkı Harry Potter'ın son filminde son sahnedeki baba rolü ona hiç yakışmayıp, emanet durduğu gibi, bu filmde de yine o emanet baba kimliğine geri dönüyor. Yaşın kaç başın kaç ki, bir de yedi yaşında çocuk babası oluyorsun. Orta okul yıllarında evlendiği de inandırıcı gelmediğinden, sadece Daniel Radcliffe'in belli bir kitleye karşı olan şöhretinden faydalanılıyor. Yoksa filmdeki rolünde pek matah olan bir oyunculuğu yok. Sadece az mimikle işi kotarmaya çalışmış. İyi de yapmış, çünkü başka türlü yılın en kötü oyunculuklarından biri çıkabilirdi. En azından idare etmiş. Bu yüzden ona tavsiyem bir daha farklı rol seçerken senaryoyu okuması, ya da senaryoya bakmayacaksa en azından günümüzden bir hikayeyle yola devam etmesi onun için daha farklı olabilirdi. 




Görüntülere gelirsek, korku sahnelerinde gayet başarılı kadrajlar elde edilirken, klasik anlatıdan öteye gidilememiş. Özellikle de bir dönem filmindeyseniz, yapabilecekleriniz kısıtlanabiliyor. Geçmişe dönmeler ve memnuniyetsiz kasaba sakinleri etrafında seslerden ve makyajlardan elde edilen cezbedicilik vaatleri... Sis korku filmlerinin önemli öğelerinden olsa da, bu tip filmlerde klişenin bir parçası olmaktan öteye gidemiyor. 


Tabii benim en merak ettiğim şey Arthur'a eşlik etsin diye verilen köpeğin ortadan kaybolmasını, kimsenin önemsememesi... Bariz bir şekilde en çok dikkat çeken mantık hatasıydı. Ne de olsa ana karakterin, tek arkadaşını inandıramadığı kısımlarda köpeğini merak etmemiş olması komik bir ayrıntı. Bu ve bunun gibi küçük hatalar film içinde gözlemlenebilir. 




Sonuç olarak klişe bir senaryoya bel bağlamak ve estetik ya da görsel açıdan stil denemesi yapılmaması sonucu farklı bir filme rastlayamıyoruz. Korku unsurları da vasat kalınca film vakit kaybından öteye gidemiyor. Filmi sadece hayalet hikayeleri sevenler ve Daniel Radcliffe hayranlarına tavsiye edebilirim. 



Daily: I believe the most rational mind can play tricks in the dark. 



Martha Marcy May Marlene (2011)


Son yıllarda meydan gelen çeşitli olaylarla beraber, insanlar ya inançlarını yitirdiler, ya da kendilerine inanacakları yeni bir şey bulma ihtiyacı hissettiler. Evet neden bahsettiğimi anladınız: Tarikatlar... Özellikle Amerika başta olmak üzere dünya genelinde tarikatların çoğalmasıyla beraber sahte peygamberlerde artışlar dikkati çekmeye başladı. 


İlk başlarda güvenilir gibi görünen fakat işin içine girdiğinizde gün geçtikçe yozlaştığı fark edilen bu tarikatlar, bir yandan dini sömürürken, diğer yandan da çaresiz, cahil ya da inançlarla arası olmayan insanları tüketmesiyle çağdaş insanın kanını dondurmaya devam ediyorlar. 




Çünkü kendi içlerinde kurulan doğruların, müritlerine geçirilirken adeta beynin yıkanması ve sıradışı yöntemlere baş vurulması gün geçtikçe insanlığın sömürülmeye müsait taraflarının olduğunu kanıtlayan şeylerden biri. Özellikle de genç kızların, tarikatlar için biçilmiş kaftan olduğu gerçeği var. 


Bunun sebebi de çok açık olsa gerek. Genç kız, hem masumdur, hem savunmasızdır. Beyni kolay yıkanabilir. Buna ek olarak istediğiniz her şeyi yapabilirler. Bir insanın içindeki korkuyu alevlendirmek, itaat etmenin olası kuralıdır. Bu yüzden genç kızlar daha çok korkar. Buna ek olarak cinsel istismar da cabası olduğu gerçeği var. 




Kendini ilahi bir kişilik olarak tanıtan bu tarikat liderleri, nasihatları ve vaazlarıyla kendi içlerinde çarpık da olsa bir düzen kurmayı amaçlıyorlar. Böylece doğruyu yaptığına inanan bu kişilikler, sapıkça emellere alet ediliyor. olay cinsel istismarla da kalmıyor, soygun, gasp ve cinayet boyutlarına kadar ulaşıyor. 


Böylece dini kullanarak bir yandan inançlarını istedikleri temele uydururlarken, evden kaçmaya müsait, aile tarafından dışlanan ya da şiddete uğrayan insanlar, kurtuluşu bu ve bunun gibi tarikatlar ya da örgütlerde buluyor. Tabii sonuçlarından anlaşılacağı üzere kurtuluş, arınmadan çok bir sona doğru ilerliyor. 




Sinemacılar da her gün başkası kurulan bu tarikatlara tarafsız kalamıyor. Bu yüzden de aynı yıl iki film çıktı. Birisi daha önce incelediğimiz "Red State" iken, bir diğeri de şu an incelediğimiz "Martha Marcy May Marlene"... Red State daha çok tarikatlarla dalga geçerek, kara mizaha kaçan bir filmse, MMMM ise bir bu konuyu gerilim ve drama ile harmanlayan ciddi bir yapım olduğu aşikar. 


Kısaca filmin konusuna değinelim. Martha bir gün kız ve erkeklerle dolu bir evden kaçmaya çalışır. Ablasını arar ve onu almasını ister. Ne olduğunu anlamadığımız bu kızın dünyasında bir yolculuğa çıkarız. Çünkü ablasının yanında gerçek hayata uyum sağlamaya çalışırken, aslında bir tarikatın içinde tarifi mümkün olmayan acıların esiri olmuştur. Geri dönüşlerle tarikat hayatının gerçekleriyle yüzleşiriz. Tabii bu iki zaman arasında ortaya bir nevi paranoyak durumlar meydana çıkar. Çünkü kızımızın psikoloji çoktan bozulmuştur bile...




Aileyi arayan genç bir kızın, aile adı altında çarpık bir yapılanmanın içine girmesini anlatıyor filmimiz. Tabii burada yaşadığı cinsel istismar, cinayete tanıklık ve yeri geldiğinde ikinci sınıf biri olarak davranılması, o yaşta bir genç kızın ister istemez travma yaşamasına neden oluyor. Bu yüzden de orada benimsediği hayatı, modern yaşama da uygulamaya kalkıyor. Tabii formüller birbirini denk gelmeyince, duygusal bir bocalama, neyin gerçek neyin yalan olduğunu ayıramama ve zaman kontrolünün kaybı yaşanıyor. Bu tip travmanın etkileri tabii ki kolay aşılamıyor. 


Filmin baş rolündeki Elizabeth Olsen, adeta tek başına döktürüyor. Geçen sene Jennifer Lawrence vakasında olduğu gibi bu sefer de Elizabeth Olsen'i sinema keşfediyor. Harika gülümsemesi, güzel yüzü ve karakterinin psikolojik değişikliklerini yansıtmasıyla adeta kendini aşıyor. Sosyetik ablalarının aksine iyi bir oyuncu olma yolunda olması, bu senenin en iyi keşiflerinden biriyle karşılaştığımız gerçeğini bizlere fısıldıyor. 




Filmin flashbackli kurgusu, zaman zaman öyle karışıyor ki, zamanın geçmiş mi, yoksa gelecek mi olduğunu şaşırıyorsunuz. Bu yüzden de bir an bile dikkatinizin dağılmaması gerekiyor. Dingin bir tempoda ilerleyen filmin uzun ve genel planlara bol bol başvurması her seyirci için tahammül edici olmayabilir. Ama yine de akıcı ve merak uyandırıcı bir konusu olduğu gerçeği filmi izlenebilir kılıyor. 


Sonuç olarak tarikat gerçeğini tüm çıplaklığıyla resmetmesi, iyi oyunculuklar ve gerici atmosferiyle iyi bir gerilim filmiyle karşı karşıyayız. Bu tip konulara meraklıysanız, ya da bağımsız filmlerin sağladığı serbestlikten hoşlanıyorsanız bu film size göredir. 


Martha: Is it true married people don't fuck?