Kült, esas olarak “din” anlamında kullanılsa da, din ve sosyoloji bilimlerinde, çevrelerindeki kültür veya toplumun genel veya anaarterin dışı gördüğü inanç, uygulama veya ibadetlere kendini adamış bir birleşik insan topluluğuna verilen isimdir.

Kitsch, varolan bir tarzın aşağı bir kopyası olan sanatı sınıflandırmak-ifade etmek için kullanılan Almanca bir terimdir.

Klişe (Fransızca: Cliché) uzun süre çok fazla kullanılmış ve artık etkisini yitirmiş ifade, fikir ya da öğelerdir.

25 Eylül 2012 Salı

W.E. (2011)


Bazı insanlar aşkları için fedakarlık yaparlar. Kimisi hayatını sevdiğine endeksler, onun biçimlendirmesine göre  hayatını şekillendirir. Kimisi için arkada kalmak fedakarlıktır. Sevdiğine uzaktan bakmayı tercih eder. İşte bu tercihler insanların zayıflıklarını ortaya çıkarır. Çünkü insan zayıflıkları sayesinde acizdir. Bu yolla güçlü olmayı öğrenir. Bu eski zamanlardan beri böyle gelmiştir. Belki de bu yüzden "W.E."'nin yönetmeni Madonna bu hikaye üzerine yoğunlaştı ve sevdiğiniz için ne kadar ileri gidebilirdiniz sorusunu yöneltti bizlere. 

King's Speech tüm dünya üzerinde çok sevilen bir hale geldi. Birçok festivalde ödülleri topladı. Özellikle de Amerika'da insanları büyüledi. Bu kekeme kral hikayesinde arka plana atılan bir yan hikaye vardı. Kral George'un krallığa hazır olmadığı dönemde aslında ilk varis Kral Edward'dı. Ancak kraliyet ailesinin hoş görmediği evli bir kadınla ilişkisi olan Edward, bu kadın için kraliyeti reddedip, kral hakkını kardeşine devrederken, kekeme kral efsanesi doğuyordu. İşte bu süreci başlatan Edward'ın aslında krallığı reddetmeye varan bir aşk hikayesi vardı. İlgi çekici olan da buydu işte. 


Bu hikayeyi belki de erkek gözüyle anlatılabilirdi ama yönetmen Madonna olduğu için o kadınların gözünden bakmayı tercih etti. Çünkü aslında önemli olan fedakarlığı kimin yaptığıydı. Mükemmel hayatını reddedip gelen Kral Edward mı daha fedakardı, yoksa İngiltere'nin en nefret edilen kadını olmayı göze alan Wallis isimli kadın mı? İşte temelinde insanların göremediğini görmeye çalışıldı. Bu kadın gerçekten kimdi ve tarihe damga vurabilecek nitelikteydi? Zamanın akışını değiştiren bu kadına yakından göz atmak istedi belki de. 

Tabii bunca detayı görürken, aslında hedeflenen bu olayı bir dönem filmine hapsetmek değildi. İç dünyaların keşfetmekti. Bunca olaydan sonra kendi içlerinde depresif bir kırılganlığa varan bu travmatik olayın ardındaki gerçekler nelerdi? Bu gerçeklerin temelinde gerçekten bir aşk hikayesi mi vardı, yoksa hatalar zincirinin dolarak insanların boynuna dolanmasını mı izlemiştik? Bu ve bunun gibi soruların cevapları, belki de bu olayı psikolojik ve içsel bir yolculuğun içinden geçip analiz etmekte yatıyordu. "W.E." de bu tezi sorgulamayı deniyor. 


Filmin konusuna kısaca değinmemiz gerekirse; filmimizin iki kadının farklı olaylarını iç içe geçirmeyi deniyor. Hayattaki inişleri, çıkışları, mutlulukları, hüzünleri, travmaları... İki kadının ismi de aynı Wallis ya da Wally... Bu karakterlerden biri kraliyet tahtını sevdiği kadın için terk eden Edward'ın müstakbel sevgilisi Wallis... Diğer kadın ise kraliyetin en sevmediği kadından ismini alan Wally... Annesi ona bu ismi vermiş. Yakın dönemde kocasıyla problemler yaşıyor. Başarılı kocasının gölgesi altında, sadece bir kuklaya dönen Wally, bir çocuğunun olmasını istiyor. Ancak kocası onun baskısından sıkıldığından başka kadınlarla aldatıyor onu. Wally ise Wallis'in eşyalarının açık arttırmaya sunulduğu bir müzayedeye gidiyor. Burada Rus güvenlik görevlisi Evgeni ile yakınlaşıyor. Bu iki kadının yaşamları paralel bir şekilde iç içe seyirciye sunuluyor. 

İki kadının da başlarındaki dertler, erkeklerden çektiği dertlerden kaynaklanıyor. Wallis ilk kocasından dayak yiyerek çocuğunu düşürüyor. Kocasının işkencelerine dayanamayan Wallis onu terk ediyor. Bir davette tanıştığı prens Edward'a gönlünü kaptırıyor. Tabii Edward da ona boş değil. Ancak belli tabuların kıskacında kaybolmaya müsait insan ruhları, zorlukların engebeleri altında boğulmamaya çalışıyor. Edward da başka bir insan olmak istiyor. Bu yüzden de kendi adı yerine David ismini kullanıyor. Böylece ait olmadığını düşündüğü kraliyete karşı içsel bir isyanda bulunuyor. Nitekim bu içsellik, daha sonra dışavurum  sonucunda faal bir hamle oluyor. 


Diğer kadın Wally ise kocasının oyuncağı gibi. Güzelliğini davetlerde gösterecek, sevişilecek ama kadınca isteklerde bulunmayacak... Hatta değer verdiği bazı eşyaları almak istese dahi, bu statü sorununa dönüşecek. Çünkü Wally, kocası istediği için çalışmıyor. Böylece kontrolü ona veriyor. Tabii bunca kontrol, güç bir erkeğin egosunu olabildiğince şişirince, doğal olarak Wally'nin sahibi sanıyor. Bu nedenle de aldatmalar, hoşgörüsüzlükler ve tahammülsüz bir zihniyet ortaya çıkıyor. Çünkü erkekler hükmeder ve ne isterse o olur. 

Wally ise kırılgan bir kadın sonuçta. Sevgiyi, ona sahip çıkabilecek bir erkeği arıyor. Onun değerlerine sahip çıkacak bir adamı arıyor. İşte o anda bir güvenlik görevlisi, tüm özgüveniyle kendini Wally'e adamaya başlıyor. Onu kaybettiği eşine benzetiyor. Bu yüzden de iki kat değerli bakıyor. Wally'nin değer verdiği iş hayatına, ilgisine destek oluyor. Bir kadının belki de aradığı en büyük desteği ortaya koyuyor. 


Madonna, bu kırılgan kadınların hayatlarını paralel bir kurguyla, muhteşem görüntülerle bir araya getiriyor. Film ilk karışık gelebilir. Çünkü kurgusundaki oyunlar, zaman zaman görsel anlatımın doruklara yerleştiği ve diyalogların anlamsızlaştığı bir serüvene dönüşüyor. Abbie Cornish, Andrea Riseborough, Richard Coyle ve James D'Arcy, olgun oyunculuklarıyla filmi sürüklemeyi iyi beceriyorlar. Filmde kullanılan kimi planlar, görsel bir ziyafet çekmenize neden oluyor. Bu yüzden de görüntü yönetmeni Hagen Bogdanski, sanat yönetmeni Steven Lawrence çok iyi işler çıkarmışlar. 

Filmin senaryosunda belli sorunlar var ama yine de görselliği ile izlenmeyi hak eden bir film. Çok sözler ediliyor, ama siz izlemeden karar vermeyin. Bu yaralı aşk hikayesine odaklanın, kadın cephesinden iyi bir drama izleyin. "W.E" ilk tahlilde denenmesi gereken bir deneyim. Bana göre senaryosu dışında, uzuzn süresi biraz falso olabilir, yine de kendini izlettiriyor. İyi seyirler... 



Edward: How do you find living in England Mrs Simpson? 
Wallis Simpson: I'm always cold. 
Edward: Maybe you need someone to keep you warm? 
Wallis Simpson: Isn't that what husbands are for?





Red Lights



İnsanlar eski zamanlardan bu yana türlü şeylere inandılar. Kimileri bunu din diye lanse etti. Kimileri ise sihir olarak... Sonuç olarak insanlar bir şeylere umut bağlamaya başladılar. Yapılan hileleri görmezden gelerek, mucizelerin olmasını düşlediler. Bu yüzden de koca bir aptal olduklarını anlayamadılar. Tabii aptallık da göreceli bir kavram sonuçta. İnsanların öncelikli olarak nelere inandıkları kendilerini ilgilendirir. 

Red Lights, bizi medyumların, sihirbazların dünyasına götürüyor. Hani sürekli aynı şovu yapıp, bir türlü nasıl yapabildiğini anlayamadığımız insanlar... Onların tabirleriyle bu küçük oyunlar meslek sırlarıdır. Tabii bunu söyleyen kişiler bir anlamda sihir değil, göz yanılmasından ibaret olduğunu söylerler her şeyin. Bu yüzden de onların büyük şovmenler olduğunu düşünürüz. Tabii kendi söylediklerine kapılıp, aslında kendilerini Tanrılaştıranlar da yok değil... Bu tip kişilere ise sahtekar diyoruz. Aksi halde onları hak etmedikleri şekilde konumlandırırız. 


Filmimizin konusu da bu gerçeklerden yola çıkıyor. Margaret Matheson ve Tom Buckley, medyum, sihirbaz, psişik olduğunu iddia kişilerin açıklarını bulup, sahtekarlık yapıp yapmadıklarını tespit ettikleri bir işleri vardır. İkisi de akademisyendir. Üniversitede bu konuda dersler verirler. Margaret bu konuda tam bir kurtken, Tom, kariyerini daha da ilerletebilecekken, Margaret'in asistanı olmayı seçmiştir. Belki de o sadece işini seven birisidir. Bu ikili sahtekarları bir bir ortaya çıkarırlarken, medyumların tepkilerini çekmektedirler. Çünkü rahat davranmaları böylece sınırlandırılıyordur. Şehri yıllar önce terk eden ünlü medyum Simon Silver'ın gelmesiyle, bu ikili hemen harekete geçerler. Hedefleri şu ana kadar hiç açık vermeyen bu adamın sırlarını öğrenmektir. Ancak sırları öğrenmeye başlayınca bazı doğaüstü olaylar baş göstermeye başlar. 


Filmin oyuncuları kusursuz performanslar sergiliyorlar. Sigourney Weaver, Robert De Niro, Cillian Murphy tek kelimeyle döktürüyorlar. Özellikle De Niro'nun uzun zamandır kötü filmlerde oynadığını düşünürsek, bu filmin ilaç gibi geldiğini söyleyebiliriz. Arızalı karakterleri canlandırmaya bayılan Murphy ise yine takıntılı bir karakteri oynuyor. Nereden geldiği belli olmayan bu gizemli karakterin geçmişine dair bir sürü iddia ortaya çıkıyor. Ancak ne olduğunu tam anlayamıyorsunuz. Üstelik karakteri ne kadar gizemli olsa da, seyirciye yakın duruyor. Bu yüzden de onun yanında yer alamaya başlıyorsunuz. 

Film ne kadar doğa üstü olaylara bilimsel gerçekler arasa da, aslında Tanrı'nın varlığını da alt metin olarak sorgulamaya çalışıyor. İnsanların Tanrıcılık oynama takıntılara değinerek, aslında umudu Tanrı dışında birinden arayan insanlara yöneliyor. Dünyanın büyük bir kısmının bu tür yetenekte olduğunu iddia eden insanlara inandığı düşünülürse, medyum diye bir din kursak büyük dinlerden biri haline gelebilirdi herhalde. İnanç hususunda toplumsal bir eleştiriye soyunan film, aynı zamanda belli bir tutkunun üzerine verilen çabayı seyircine göstermeyi hedefliyor. 


Filmin renk dokusu bir anlamda farklı renklerdeki paletleriyle, görsel anlamda etkileyici bir portre sunarken, filmin kısa bir kısmında belgesel anlatıma geçilerek, filmin dünyasında olayların insanlara nasıl yansıdığını tüm çıplaklığı ile yansıtıyor. Mekanların değişkenliklerine göre renk paletinin değişmesi filmin farklı renklerden oluşan karakterleriyle paralel olmasa da, görsel anlamda tatmin olucu sonuçlar çıkarıyor. 

Sonuç olarak sürpriz finaliyle (belli bir yerde tahmin edilebiliyor ama o anı kaçırın daha iyi olur), iyi oyunculuklar ve temiz görüntüleriyle vasatın üstünde iyi bir filmle karşı karşıyayız. Gerilim filmlerini sevenler için yeme de yanında yat denilebilecek bir film... Sinemaseverlere tavsiye edilir. 




Margaret Matheson: There are two kinds of people out there with a special gift. The ones who really think they have some kind of power. And the other guys, who think we can't figure them out. They're both wrong. 










23 Eylül 2012 Pazar

Babamın Sesi (2011)


Bir ailenin dramanı en iyi nasıl gözlemleyebilirsiniz diye sorulduğunda, cevap belki de içinde yaşayarak olabilir. İşte bu düşünceden yola çıkarak gerçek bir hikayenin kahramanları gerçek insanlar oluyor. Üstelik filmin iki yönetmeninden birinin de rol aldığı film, Köprüde Buluşmalar'dan iki ödül birden alıp projenin desteklenmesi sağlanmıştı.

Bununla paralel olarak film galasını Rotterdam film festivalinde gerçekleştirdi. Film gösteriminden sonra filmin yönetmenlerinden Zeynel Doğan yoğun ilgi gördü. Çünkü filmin kanlı canlı baş rol ve gerçek karakteri kendisiydi. Belli ki, gerçeklik Avrupalı'yı cezbetmeyi başarmıştı. Tabii her ne kadar ilgi çekici olsa da filmin ağır temposundan dolayı 26 kişi de salonu terk etti.

Şimdi o filmin kısaca konusuna bakabiliriz. Zeynel ve hamile karısı Gülizar Diyarbakır'da yaşarlar. Zeynel'in Elbistan'da yaşayan annesi Base, Zeynel çalışmaya başladığından beri kış aylarını onun evinde geçirir. Babası Mustafa ise, yıllar önce, Maraş Katliamından canını zor kurtarmıştır. Bu olaydan sonra iş bulmakta zorlanınca Arabistan'a vinç operatörü olarak çalışmaya gitmiştir. O dönemde köyde okuma-yazma bilen az olduğu için, ailesine mektup yerine ses kasetleri göndermiştir. Ailesi de aynı biçimde, ses kasetleri doldurarak ona cevap yollamıştır. Ayrı geçen yıllar boyunca aradaki en güçlü bağ bu seslerdir. Mustafa bir iş kazasında ölmüş olmasına rağmen şu anda bile ailesinin hayatını etkilemeye devam eder. Zeynel'in elinde sadece bir tane kaset vardır. Babasıyla ilgili bazı duyguları bu kasetten edinir. Babasının kendilerine karşı ilgisini; yanlarındaymış gibi konuştuğunu fark eder. Şimdi ise kendisi baba olmak üzeredir. Sık sık bu sesleri dinler. Babasının kendisiyle kurmaya çalıştığı iyi ilişkinin etkisine girer. Annesinde başka kasetler olduğunu hatırlar ve onları bulmak için Elbistan'a gider.




"İki Dil, Bir Bavul" filminin yönetmenlerinden biri olan Orhan Eskiköy, bu sefer yanına Zeynel Doğan'ı alarak filmini çekmiş. Zeynel ile çalışmasının başlıca nedeni Zeynel'in gerçek hikayesini anlatması denilebilir. Böylece yine belgesele yakın duran kurmaca sahnelerle dolu bir film yaratmayı başarmışlar. Nitekim ne kadar kurmaca olsa da, filmimiz belgesel nitelikli bir iş olarak değerlendirilebilir. 

Filmin konusunda geçen hikaye son derece ilgi çekici gibi görünse de, maalesef film aynı ilgi çekiciliği yakalayamıyor. Özellikle konusunda geçen çoğu şey, aslında sadece ince bir şekilde değinilen, dikkatsiz seyircilerin gözden kaçırabileceği ayrıntılarla donatılmış. Buna ek olarak filmdeki görüntülerin temeli anne Base'nin günlük yaşantısından kesitlere, babadan kalma eski kaset kayıtlarına ve birkaç kurmaca sahneye dayanıyor. Bu filmin ağır tempolu ve seslere yoğunlaşan bir film olmasına yarıyor. 





Yani filmin görselliği son derece yetersiz kalıyor. Bu yüzden de etkiliyicilikten uzak, amatör işi gibi görünen bir işe denk geliyor. Aslında bir radyo oyunu şeklinde yazılsa, daha başarılı bir iş çıkartılabilirmiş. Tabii günümüzün popüler mecrası sinema ile seslerini daha çok duyurabileceğini düşünen yönetmenler, her ne kadar sinema filmi yapmaya çalışsalar da, sinema yapmayı başaramıyorlar. Verilen kareler ne estetik anlamda başarılılar, ne de anlattığı hikaye bakımından tatmin ediciler. 


Belki de ilk filmde olduğu gibi belgesel yönünden ele alınsa film, derdini daha çok anlatabilen bir filme dönüşecekti. Üç karakter üzerinden anlatılan hikaye, uzun metrajdan öte kısa metraja hitap ediyor. Gereksiz yere film uzatılabilmek adına ağır, uzun planlara yer verilmiş. Yönetmenler istedikleri kadar bu bizim tercihimiz desinler. Tarkovski göndermeleri yaptık desinler, hepsi palavra. Bildiğimiz ve gördüğümüz şey aynı. Bu bir filmden öte eskiz çalışmasından öteye gidememiş. 




Hani denir ya, herkes hayatına film gibi der, ama her insanın hayatı film yapılmaz diye. İşte bu film, bariz bir şekilde bunun örneği olmuş. Bu hikaye sinemaya uygun değil. İlgi çekici bir hikaye hiç değil. Konusunu parlatarak, süsleyerek film yapılmıyor. Sinemaya giden insan görmek ister, bu film ise göstermemek adına yapılmış kişisel bir videonun ötesinde değil. 

Sonuç olarak ilk filmiyle potansiyelini belli eden bir yönetmenin fiyasko bir ikinci film denemesiyle karşı karşıyayız. Sıkıcı, zaman kaybı olmaktan öteye gidemeyen, derdini de tam olarak anlatamayan başarısız bir film olduğu gerçeğini saklayamayacağım. Uyumak istiyorsanız gidin, ama sinemaya aşıksanız bu filmden uzak durun derim. 

Not: Adana Altın Koza film yarışmasından en iyi film ödülüyle döndü. Ancak sinemaya değil, politik söyleve verilen bir ödül olduğu aşikar. Hatta filmin bir senaryosunun tam olmadığı da söylenebilirken, filmin en iyi senaryo alması da, kusura bakılmasın ama senaryoya ihanettir. 









22 Eylül 2012 Cumartesi

Intruders (2011)


Küçükken çocukların en sevdiği hikayeler, ne kadar korksalar da hep korku hikayeleri olmuştur. Bu yüzden de tekrar tekrar anlatılsa da, içlerinde aynı korkuyu hep beslemeyi ihmal etmezler. Buradan da ortaya çıkacak ki, büyüdüklerinde bu izledikleri şeyler, hayatın zorlukları karşısında komik gelir onlara. Bu yüzden de herkesin olmasa da bir kesimin geçmişinde korku filmleri ayrı bir yerdedir. 

İşte bir nevi buna öykünen bir filmle karşı karşıyayız. Senarist ne kadar bu anlattıklarıma benzer şeyler yaşadı bilinmez, anlattığı hikaye biraz da benim anlattıklarımla paralel yönde seyrediyor. Korkunun esiri olan çocukların, hayal güçleri olduğu var sayılan bir karabasana karşı mücadelelerini konu alan film, korku türüne çok orijinal olmasa da, renk verdiği söylenebilir. 



Filmimizin konusuyla hemen başlayalım. Paralel kurguyla verilen iki çocuğun hikayesini filmde görüyoruz. Birincisi daha eski tarihlerde çocuk olan bir erkek, diğeri ise günümüzün modern hayatı içinde yaşayan 12 yaşında bir genç kız... İkisi de "Hollowface", Boşluk surat ya da hayalet yüz diyebileceğimiz masallardan çıkma yüzü olmayan şekilsiz bir yaratığın rahatsız ettiği iki yavrucak... Klasik bir öcü hikayesi denilebilir. Küçük kızın babası John, kızının gördüklerini gördüğü için deli muamelesi görür. Böylece bir nevi hayalet, gerçek hayat ve çocukların yüzleşmelerine tanık oluruz. 

Filmimizin korku sinemasına hizmet ettiğini düşünürsek, içinde bulundurduğu öğelerin yerlerine oturduğunda çocuklara anlatılan korku masallarını anımsıyoruz. Bu yüzden de bir çocuğun gözünden bakmanın önemi ortaya çıkıyor. Çocukların bakış açısıyla karanlık, hayattaki en korkunç şeydir. Tabii karanlığın yorumlanışı gerçek dünyada farklı eşleşmelere neden olabilir. Bu açıdan da sinemanın karanlığı bu filmin dokusunda son derece yerinde bir ton oluşturuyor. 



Hikayenin kurgusu bu tip filmlere alışkın sinemaseverler açısından çok sürpriz bir son olmasa da, keyifli bir paralel kurgu, sonda tam kıvamında bağlanarak vasatın üstü bir deneyim yaşamamıza imkan tanıyor. Böylece seyir keyfi yüksek ve aksamayan bir korku filmiyle karşı karşıya kalıyoruz. Özellikle Avrupa sinemasından ezgiler sunan filmin yönetmenin Juan Carlos Fresnadillo olmasıyla beraber, merakımızın dinmesine yol açıyor. Ne de olsa yönetmenin daha önceki "28 Hafta Sonra" ve "Intacto" filmleri sürükleyici seyirliklere imkan tanımıştı. 

Filmin belki de en eksik tarafı klişelerden bolca yararlanma çabası olduğu söylenebilir. Ancak bunun dışında hem dini bakımından, hem insanın kendi ile yüzleşmesi ve korkudan arınması hususunda önemli cümleler etmeye çalışıyor. Her gün biri kabustan uyanacak, çünkü kabuslar rüyaların karanlık olanlarıdır diye de özetleyebileceğimiz filmin ana cümlesi, korku hikayeleri severler için tavsiye edilir. Vasatın bir kademe üstü bu filmi değerlendirmeleri üzere seyircilere kapıyı açık bırakırım. 

John Farrow: Monsters are cowards. You stand up to them, they run away. 
Mia: Not this one. 













 




21 Eylül 2012 Cuma

The Tall Man


Amerikan sinemasının özgün filmlere yöneldiğini görmek herkesi şaşırtabilir. Ancak şaşırmanıza gerek yok doğrusu. Çünkü yönetmeni Fransız Pascal Laugier, kendi ülkesinde yaptığı orijinal işlerle tanınıyor. Tabii bu da yapımcıların iştahlarını kabarttı. Bunun üzerine hemen Laugier ile bağlantıya geçildi. 

Özellikle de Martyrs'ın yönetmeni olarak tanınmasında filmin popülerliğinin büyük payı var. Oyuncularını henüz uluslararası starlara dönüştüremese de, yönetmenini bir nevi Hollywood yıldızlarıyla üst ligte oynama fırsatı verdi. Özellikle de korku filmleriyle hayran kitlesi ediniyorsanız. Eninde sonunda Hollywood'a yolunuzun düşeceği aşikardır. 



Filmin konusunu kısaca özetleyeyim. Küçük bir kasabada küçük çocuklar kaçırılmaktadır. Görgü tanıklarının çoğu uzun boylu bir adamdan bahseder. Bu yüzden de halk arasında Uzun Boylu Adam yani Tall Man adı verilen kişinin gerçekleştirdiği olaylar neticesinde korku hakimdir. Kasabanın sağlıktan sorumlu kişisi hemşire Julia Denning'in oğlunun kaçırılmasıyla olaylar farklı bir boyut alır. Çünkü kasabanın delisi Trish bu olayların aslında farklı bir gizeme bağlandığını düşünüyordur. Kasabanın hiç konuşmayan sessiz kızı Jenny ise olanları bilir, tanık olur. Fakat herkesin olduğu gibi bu kasabada onun da gizemli bir düşüncesi vardır diye özetlenebilir. Çok ayrıntıya giremedim, çünkü filmin olayı biter yoksa. 



Tall Man, konusuyla korku filmini anımsatsa da, aslında kendi içinde sürprizli bir drama denilebilir. Çünkü korku öğeleri dışında kendince mesaj verip bunun dramaya yatkın özelliklerini sürprizi olarak izleyicilere sunuyor. Ne demek istediğimi anlatamadıysam, bunu bir örnekle zenginleştireyim. "The Village - Köy" filmini hatırlarsınız. Film tamamiyle içinde barındırdığı unsurlarıyla bir korku filmi olduğunu gösteriyordu. Ancak filmi sonuna kadar izleyenlerin fark ettiği üzere, film başlı başına bir dramaydı. Hatta bu yüzden de çoğu sinema sever hayal kırıklığına uğradı. Bunun nedenlerinin başında yönetmeninin korku filmleri üretmesi olarak gösterilebilir ama aslında perde arkasında korku filminden çok drama olmasıyla alakalı bir durum olduğu aşikar. Bu filmde de böyle bir ilişki söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. 



Filmin ilk yarısında resmen korku türüne hizmet eden maskeli bir adamın gerçekleştirdiği eylemleri görürken, klişelerden klişe beğenen bir senaryonun içinde olduğumuzu hissediyoruz. Ancak ne hikmetse senarist kendinde ben aslında bu hikayeyi anlatmıyorum der gibi, 360 derece konuyu değiştirerek, aslında bu filmi izleyiş amacımız olan korku filmi izliyorum zihniyetini değiştirerek, seyirciyi aptal yerine koymaya çalışıyor. Tabii bu akıllı adamımızın tek sorunu bu uygulamayı yaparken son derece zorlama bir iş gerçekleştirdiğini fark edemeyişi olduğu söylenebilir. 

Nitekim hikaye son beş dakikasında o kadar hızlı ve zorlama bir son hazırlıyor ki, Jessica Biel'in harika portresini unutuyorsunuz. Çünkü kafanız karışıp aptala dönüyorsunuz. Ağzınızdan tek bir cümle çıkıyor: "Bu muydu?".. Evet bu cümle çıkıyor. Çünkü filmi izledikten sonra vakit kaybı yaşadığınız gerçeği beyninize hakim olan sonuç oluyor. 



Tamam farklılık adına çok kasılmış ve filmin beğenenleri de çıkacaktır. Ama bana sorarsanız, film sınıfta kalıyor. 106 dakikanın 80'inde farklı, 17'sinde farklı ve 4-5 dakikasında farklı işlere göz kırpmaya çalışmak, aynı yapbozun içindeki renklerin arasında kaybolmanızı sağlıyor. Hayır, böyle filmler yaparak zamanınızı siz kendiniz harcamış oluyorsunuz ama benim üzüldüğüm kısım, bunca oyuncu performansının heba edilmesi oluyor. 

Sonuç olarak korku filmi kalbi altında izleyenler hayal kırıklığına, drama kalıbı altında izleyenler de daha çok korku filmi izlemiş gibi olacak. Kimseye yaranamayan bu filmi tavsiye etmiyorum. Sırf meraktan izlemek isteyenlere tavsiye edilir. Yoksa başka örneklere yönelin derim. 







20 Eylül 2012 Perşembe

Resident Evil: Retribution


Bilgisayar oyunlarının popülerliği, çizgi roman uyarlamalarıyla yarışmaya başladığından beri, bilgisayar oyunlarının en eski temsilcilerinden biri olan Resident Evıl, yeni bir bölüm daha doğurdu. Bu beşinci filmin iddiası, serinin son filmi olma iddiasıysa da, ekmek getiren proje asla bitmez teorisinden yola çıkılarak serinin devam bölümleri gelecek gibi...

İşin ilginç yanı ise filmin her ne kadar bir kitlesi olmasına rağmen tam olarak seriyi kimsenin iştahla beğenememesi... Özellikle de bilgisayar ve konsol oyuncuları için tam bir hayal kırıklığı yaratan bu seri, daha çok aksiyon tutkunlarına yaranabilmiş gibi gözüküyor. 



Özellikle de 3D'nin yaygınlaşmasıyla, aslında ömrü tükenmiş olan bu seri, yeniden hayat bulmaya başladı. Bunun en iyi örneği belki de 4. filmdi. Şu anda bahsettiğimiz, ya da başka bir açıyla bahsetmediğimiz film ise tamamen istismar filmi niteliğinde olduğu söylenebilir. Çünkü filmin aslında zorlama uzatma senaryosunun içinde herhangi bir konu barındırmıyor. Sadece aslında olanların farklı şekillerde olduğunu söylüyor. Akıllı senaristlerimiz malum seyirci eğlensin ve bol bol aksiyon sahnesi izlesin diye bir makine kuruyorlar. Üstelik içindeki mantık hatalarını dahi umursamıyorlar. 

Formül basit... Dördüncü filmin başlangıcındaki Tokyo simulasyonu geliştirilerek, farklı farklı şehirlerde, tam olarak best of denilmese de, belli başlı eski filmin popüler yaratıklarını tekrardan gün yüzüne çıkarmışlar. Bununla kalmayıp eski ölen film oyuncularını bu simulasyonların içinde klonlanan bir birey haline getirip aslında bir paradoksun içinde olduğumuz anlatılmaya çalışılmış. Ne de olsa altın yumurtlayan kaz kesilmezmiş. 


Filmin içeriğinde dövüş sahneleri ve koşuşturmaca dışında konu yok gibi bir şey. Hatta filmin başlangıç jenereği bile dördüncü filmin sonunun geriye sarılmış hali olduğunu söylesem, eski görüntüler de eklendiğinde yeni bir filmden çok, idare edecek az emek, çok para hedeflenmiş bir devam bölümü...

Seriyi sevenler kızmasınlar ama artık bu serinin suyunun çıktığı da kanıtlandı. Artık yeni bir şeyler bile vaat edilemiyor. Özellikle de filmin sonunda aslında çoktan bitmiş olan bir dünyanın uzatmaları olduğu gerçeği, gerçek dünyada filmin aslında çok bitmesi gerektiği gerçekliği ile paralel olarak düşünülebilir. 



Sonuç aksiyon severler maktül sizindi. Diğerleri yaklaşmasın. 


Becky: I met your sister. 
Rain: What? 
Becky: She's not very nice. 



Toprağın Çocukları


Türk sinemasında dönem filmleri art arda gelmeye başlamışken, bunlardan biri de gencecik bir cumhuriyetin kalkınması için çok önemli bir icraat olan köy enstitülerinin hikayesinin anlatıldığı "Toprağın Çocukları"... 

Film duyurulduğundan beri merak uyandıran bir projeydi, bu yüzden de beklentilerin yüksek tutulması, anlaşılacağı düzeyde normal bir tepki olarak düşünülebilir. Özellikle bir dönemin karanlıktan aydınlığa çıkması için mücadele eden insanların, bir anlamda yeniden yeşeren bir milletin nasıl ayakta durduğunu belgeleyen bu direnişin, sinemasal tanıkları olmak düşüncesi seyircileri heyecanlandıran bir unsur olmuştu. Filmin vizyona girmesiyle bu merakımız dindi. 



Filmin konusunu hafifçe özetlersek; İsmail Hakkı Tongunç, Hasan Ali Yücel, Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü'nün çabalarıyla Türk köylüsünün kendini eğitebilmesi için ve eğitimli bireyleri ülkeye kazanmak için kurulan Köy Enstitülerinin öğretmen Kemal ve öğrencilerinin gözünden film kendince anlatmaya çalışmış. Tabii cahilliğin ve o dönemin komünist akımlarının damga vurduğu karanlık dönemlerinin anlatıldığı film, iki çingenenin hayatlarını kurtardıkları, fakat tüm ailelerinin katledildiği bir katliamla başlıyor. 


Film son derece iyi akıl edilmiş bir konuya sahip diyebiliriz. Çünkü şu ana kadar bu konuya değinen pek film olmamıştı. Bu yüzden de çoğu kişinin merak ettiği bir konu haline geldi. Ancak filmi izlediğimde gördüm ki, bu kadar ümit beslenmesine rağmen son derece amatör bir filmle karşı karşıyayız. Profesyonellik düzeyinde, iyi hikaye anlatan bir filmle baş başa değiliz ne yazık ki...

Filmi anlatmayı üç bölümde tercih ediyorum: Anlatım dili, teknik yeterlilik düzeyi ve yönetim... 

Öncelikle filmin anlatım diliyle başlayalım. Film anlatım dili olarak amatör bir kısa film dilini kullanıyor diyebiliriz. Evet, hani şu okullarda henüz hiç bir şey öğrenmeden yapılan kısa filmler gibi. Tam olarak nasıl anlatacağını bilemediği için kurguda her şeyin halledilebileceğini düşünüyor film. Neden böyle bir anlatım yoluna gidilmiş, hiç bir fikrim yok. Üstelik film görsel bir anlatımın yerine, sözsel bir anlatım tercih ediyor. Tıpkı bir kitaptan okunurcasına, arkaya görüntüler döşenerek kendi çapında bir film taklidi yapıyor. Özellikle filmi hareketli kılmak adına kullanılan hareketli kamera son derece başarısız. İlk kısa filmlerde yapılan bolca hata, filmin içinde şaka gibi boy gösteriyor. 


Teknik açıdan mizansenlerin yapaylığı, kadrajların kötü oluşturulması, özellikle yakın planlarda ve çoklu oyunculu sahnelerde çok amatörce görünmesine neden oluyor. Filmin en büyük problemlerinden biri görüntü yönetmeni denilebilir. 3 - 4 plan dışında film adeta kötü seçimler gösterisi gibi. Türk sinemasında son dönemde bu kadar kötü bir görüntü yönetimi görmemiştim. Adeta Yusuf Aslanyürek bu işe hazır olmadığını ve babasının kontenjanından piyasaya dahil olduğunu bizlere söylüyor. Kusura bakmayın ama ciddi ciddi, film  bu açıdan sınıfta kalıyor. Buna ek olarak kurgusundaki gereksiz oynamalar da filmin rahatsız edici bir seyre yelken açmasına neden oluyor. 

Gelelim senaryoya... Böyle konuyu film yapmak için derin bir araştırmanın yapılması gerektiğini düşünüyorum. Herkesin bildiği klasikleşen bilgilerle bu filmin ağırlığının altından kalkılamaz ki, bu filmde de aynen bu şekilde olmuş. İzleyicilere yeni bir şey katmıyor. Anlattığı konuya kesinlikle hakim değil. İçeriğini düz bir metin gibi aktarıyor. Derinliğine inemezken, ağızlara oturmayan diyaloglar senaryonun ne kadar sıkıntılı olduğunu kanıtlar nitelikte... Özellikle de sözde köy enstitüleri anlatılırken; sırf okullarda ne eğitimi verildiğine değinilmiş. Çocuk tiyatrosundan farkı yok. Filmin konusuna bu hikayeyi yazmak bile yanlış aslında, çünkü film köy enstitüsündeki aşk üçgeni dışında bir şey anlatmıyor. Ki bir de bu son derece ciddi konuya gereksiz TV dizilerinden çıkma bir iki kadının kapışması şeklinde mizah sahneleri eklenerek, son derece lüzumsuz sahneler de eklenmiş.


Yönetmenin ilk filmini çekmesinden dolayı maruz görülebilecek olan atmosfer yaratamam hissiyatı, dizilere öykünen ve sinema diline hakim olunmayan uzun metraj bir kısa filmin ortaya çıkmasına enden oluyor. Üzülerek söylüyorum ama filmin yönetmeni, yönetmenlik hakkında hiç bir şeye hakim değil. Ne set ekibine yeterince hakim olabilmiş, ne de oyuncuları rol verebilmiş. Çünkü oyuncuların iyi yönetilmediği çok açık... 

Özellikle de başka filmlerinden çok iyi tanıdığımız Türkü Turan, Erkan Can, Ufuk Bayraktar filmin içinde ilkokul müsameresi kıvamına gelmişler. Bu oyuncuların bu kadar başarısız olduklarını ilk defa görüyorum. Halbuki iyi yönetmenlerin ellerinde son derece iyi performanslar sergilemişlerdi. Diyalogların özensiz ve teatral kalması da oyuncuları iyice kötü konuma getirmiş. 


Sonuç olarak genel olarak iyi bulunan bir fikrin katliamına şahit oluyoruz filmde. Yönetim, görüntü yönetimi, oyunculuklar, senaryo, kurgu ve hatta photoshopu yeni öğrenen bir öğrencinin elinden çıkma gibi görünen afişleri de filmin başlı başına bir hezimet olduğu gerçeğini değiştirmiyor. 

Bu konuyu bu filmde olduğu gibi kötü işlememek ve daha düzgün bir filme ihtiyacı var Türk halkının. Yoksa bu filmle bu konu anılırsa vay halimize diyebilirim. Bunu söylemek istemezdim ama filmden uzak durun. Çünkü  başarısız bir öğrenci kısa filminden farksız... 




13 Eylül 2012 Perşembe

Geriye Kalan (2011)


Türk sineması yaz aylarında durgunluğunu yaşarken, Türk filmleri vizyona girmek için yeni sezonun gelmesini bekliyor. 2011 yılında Antalya Film Festivali'nden en iyi yönetmen ve en iyi kadın oyuncu ödülleriyle dönen "Geriye Kalan", vizyonun durgun olduğu bu dönemlerde anca seyirciyle buluşma şansı buldu. Belki çoğu kişi yeni filmleri bekliyor olabilir ama bence bu önemli filmi de görmezden gelmemiz lazımdı. 

Filmin kısaca konusunu özetlememiz gerekirse; klişe bir konunun içinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Çünkü yine bir erkek ve iki kadından oluşan bir aşk üçgeni var. Hatta aşk demeyelim de, ilişki üçgeni var desek daha doğru olur. Karısından sıkılan bir doktorun, iş yerindeki çalışan bir kadınla ilişkisi mercek altına aldığımız konumuz konumunda bulunuyor. 



Son derece bilindik bir konuya nasıl bir farklılık getirildiğini düşünüyorsanız. Şimdi o kısma değinelim. Kadın yönetmenin olmasından kaynaklı olarak, film çoğunlukla ayrıntılara, çok fark edilmeyen ama hayatın parçası olan gerçeklere odaklanmayı seçiyor. Öyle ki, zamanla silikleşen ayrıntılar, filmin odak noktası haline geliyor. Böylece iki ilişkinin anatomisine göz atmaya başlıyoruz. 

Filmdeki karakterlere yoğunlaştığımızda Sevda, kocasıyla monoton bir hayat yaşar. Günlük işleriyle ilgilenir, çocuğuna bakar ve kocasını tatmin eder. Ancak kocasının başka bir ilişkisi olduğunu anladığı an, hayatındaki boşluğu bu ilişkinin kökenlerine inerek irdelemeyi tercih eder. Bir kadın zor durumlarda limitlerinin neler olabileceğini görürüz. Ancak filmdeki kadınların derinlerine indiğimizde, aslında hepsinin maddi güçlükler ve çaresiz kalma korkusundan bu işleri yaptığını görürüz. Örneğin Sevda, kocasının onu aldatmasına uzun zaman göz yumuyor. İstese o anda da bitirebilir. Fakat elinde hiç bir güvencesi yok. Bu yüzden de annesinde de öğütler alarak evliliğini kurtarmaya çalışıyor. 


Belki de hayatta kızlara en çok öğretilen olay bu. Erkek özgürdür ve sen onu yanlış yola sapsa da toparlayacaksın. Kadın fedakar olacaktır. Çünkü geleceğini düşünür sürekli ve önceliği güvencedir. Bu yüzden de Sevda sürekli kocasına yeni bir ev aldırmak istiyor. Yeni ev alınmasının tehlikeye girdiği an, harekete geçiyor. Çünkü eğer o evi aldıramazsa, o da diğer karakter Zuhal'in durumuna düşecek. O da yalnız kalacak ve zorluklarla tek başına mücadele etmek zorunda kalacak. Her şeyin temelinde bu gizli. Kadın kendine bakıp güzel görünmeye çalışıyor, kocasının her şeyini toparlıyor. Bunca yaptığı şey karşılığında sadece o evi istiyor. 

Diğer kadının adı Zuhal... Kocasından ayrıldıktan sonra hasta oğluyla yaşıyor. Kendini adeta oğluna adamış. Hastanede çalışmanın avantajıyla gözüne kestirdiği bir doktorla ilişkiye başlıyor. Aradığı tek şey belki de sarılacağı bir adam... Yoksa neden evli bir adam seçsin ki? Tabii kadın tarafından olay böyleyken, erkek tarafı, seksle yetinemiyor. Çünkü erkekler her ne kadar görünmese de, daha duygusallar, sahipleniciler... Üstelik bunları yapmakla yükümlü olduğu kadın dışındaki kadınlara karşı da... Tabii erkek en özgür seks ilişkisinde dahi, beraber olduğu kadına sahip olmak istiyor. Bu yüzden de ona malıymış gibi davranarak ona güvence vermeye çalışıyor. Zuhal ise bu durumdan hoşlansa da, zamanla başka bir kadının varlığı batıyor. Belki de doğru olanın uzaklaşmak olduğunu düşünüyor. Tabii bunu o adama anlatabilirse...



Erkek karakter Cezmi ise filmin en az değinilen karakteri... Bunun nedenlerinden biri olarak da kadın yönetmen Çiğdem Vitrinel'in bir kadın hikaye anlatması olabilir. Özellikle de kendi geçmişinde var olan boşanmış, dul kadın portreleri ile tecrübeleri olduğunu düşünürsek, normal bir seçim olarak gözükebilir. Cezmi, kadınları geliriyle elinde tutan bir adam gibi gözükse de, aslında çalışıp eve gelen ve sonrasında karısını şişme bebek gibi kullanan erkeklerden farksız bir adam... Karısını anlamaktan çok, ona ayak uydurmasını isteyen bir adam... Ve en önemlisi karısını aldatan binlerce adamdan birisi... Kendisini çok zeki sanan, karısının anlamayacağını düşünen, ancak ayrıntılardan yoksun bir adamdan başkası değil. Film bu karaktere yüklenmek yerine, onu odunluğuyla kabul ediyor. Onu böyle hikayenin içinde var ediyor. 

Filmin klişe hareketlerinden dikkat çeken en önemli unsurlar, kadınların karanlık ve karmaşık dünyasına yolculuk etmemizi sağlaması olduğu söylenebilir. Kadınlar arasındaki çekişmeler, durgun duruşlarının altındaki fırtınaları, bir erkeğin aklının ucuna gelmeyecek entrikaları... Hepsi bu filmin içinde, üstelik son derece gerçekçi bir şekilde seyirciye yansıtılıyor. Oyuncuların mükemmel oyuncuları, yerli yerinde kullanılan diyalogları ile hayattan geriye hiç bir şeyin kalmadığını açıkça bizlere özetliyor. 



Geriye Kalan, ayrıntılara önem veren bir film dedim. Bunlara örneklendirirsek; bir rujun dökülüşünden ortaya çıkan bir leke, belki de bir evliliğin lekelenmesini resmederken; bir battaniyenin altına saklanan kadının, kendi iç dünyasında yaşadığını anlayabiliyoruz. Kabuklarında sadece kendileri var ve bu kabuğu kırmak yerine orada var olmayı sürdürüyorlar. Öteki kadınların ruh halini gözlemlerken, belki de kocamızla gittiğimiz anlamsızca yemeklerdeki boşluğumuzda binlerce düşünceyle düşüncenin altında kaybolduğumuzu anlıyoruz. 

Filmin finalinde de bizlere yansıttığı gibi, her kadın istediğini yaptırabilir ama onunla mutlu olur mu, yoksa kendi zindanlarında yok olmayı mı beklerler sorularını seyircilerine sormayı yeğliyor... Filmin sonunda kadınların içten pazarlıklı hallerinden nefret ederken, erkeklerin yüzeysel, soğukkanlılıkla kadınların hayatlarına hükmettiği gerçeğinden tiksinebilirsiniz. Bu son derece doğal... Belki de benim gibi filmi severek, gerçekçi yanlarına odaklanmayı tercih edersiniz. Çünkü biz ne kadar istemesek de, elimizde olan ve yeni bir şeyler olmadıkça "geriye kalan bu olacak...