Kült, esas olarak “din” anlamında kullanılsa da, din ve sosyoloji bilimlerinde, çevrelerindeki kültür veya toplumun genel veya anaarterin dışı gördüğü inanç, uygulama veya ibadetlere kendini adamış bir birleşik insan topluluğuna verilen isimdir.

Kitsch, varolan bir tarzın aşağı bir kopyası olan sanatı sınıflandırmak-ifade etmek için kullanılan Almanca bir terimdir.

Klişe (Fransızca: Cliché) uzun süre çok fazla kullanılmış ve artık etkisini yitirmiş ifade, fikir ya da öğelerdir.

31 Aralık 2011 Cumartesi

Mission: Impossible - Ghost Protocol


Her dizi bir gün sinemada bir filminin olmasını hayal eder. Çünkü başarıları böylece kanıtlanmış olur. Tabii diziler orijinal kadrolarıyla sinemaya her zaman gelemiyorlar maalesef. Ancak bu handikap sinemanın başarılı oyuncularıyla birleştiğinde harika işler de çıkabiliyor. 

Bunun en iyi örneklerinden biri de "Mission Impossible" serisi... Malum son derece başarılı televizyon kariyeri üzerine, Tom Cruise'un Ethan Hunt karakterinin önderliğinde sinemada da kendine özel bir yer buldu. Serinin dördüncü filmi de sinemalara geldi. 


O halde iyisi mi konusuna bir göz atalım. Ethan Hunt, Rusya'da bir hapishanede yatmaktadır. IMF onu dışarı çıkarmaya çalışır. Malum Hunt'a gerek duydularsa durum kritiktir. Buna göre yeni görevi son derece tehlikeli bir terörist olan Hendricks ile uğraşması gerekiyordur. Çünkü bu tehlikeli adam Rusların nükleer silah kodlarını çalmak istemektedir. Böylece kendi çapında dünya içinde bir kaos yaratma çabasındadır. Bu yüzden ilk hedefi Kremlin Sarayı'nı uçurmak olur. Meydana gelen patlama sonucunda, Hunt suçlanır. Bu yüzden ABD - Rusya ilişkileri son derece gerilir. IMF, tamamen kapatılır. Buna göre yasal olmayan bir kuruluş haline gelen Hunt ve arkadaşlarından kalanlar, hem dünyayı kurtarmak, hem de prestijlerini yeniden almak için uğraşacaklardır. Ancak unutmayacakları şey, Ruslar da Hunt'ın peşindedir. 


İlk olarak bir üçleme olarak planlanan seri, zamanla gişe başarılarıyla doğru orantılı olarak sinemaya geri döndü. Her bölüm için ünlü bir yönetmen belirlendi. Sırasıyla Brian De Palma, John Woo ve J.J. Abrams yönetmen koltuğundaki yerini alırken, son filmin yönetmeni Brad Bird seçildi. Brad Bird bilindiği üzere Oscarlı Pixar animasyonlarının yönetmeni olarak tanınıyor. 

Filmimizin bu bölümünde fark yaratılması açısından yenilikler üst üste yapılmış. Öyle ki serinin diğer üç filminden ayrılan çok yerleri var. Örneğin filmin tonu, diğer filmlerin aksine son derece mizahi... Bunda Simon Pegg'in kadroya dahil oluşunda bariz bir etki var. Bu mizahi ton, filmi gerçekten de nefes nefese olmanın yanında, son derece eğlenceli bir seyir zevki yaratıyor. Zaten Brad Bird'in animasyonlarında yakaladığı bu ton, ilk kurmaca uzun metrajında oldukça işine yarıyor. Çünkü bu ton her ne kadar komediye yakın dursa da, aynı zamanda o kadar da karanlık... Bu da filmin kara mizaha yakın durduğunu gösteriyor. 


Diğer serilerde olduğu gibi her işi teknolojiyle çözemiyorlar. Çünkü onlara yardım eden esaslı oyuncaklar bu filmde yerini sıradan, bozuk teknolojiye bırakıyor. Bu yüzden de çokça problem ortaya çıkıyor. Özellikle maske makinesinin bozulması ve teknik desteğin zayıf olması, filmin eski tip aksiyonlara yakın bir seyir zevki yakalamasını sağlamış. Bu da izlenebilirliği olumlu etkilemiş. 

Filmin içeriğindeki heyecan dozajı da son derece yüksek olmuş. Özellikle seçilen egzotik mekanların, ünlü simgeleriyle yaratılan heyecan dalgası filmin gerilim ve aksiyon limitini yükseltiyor. Örneklersek; Rusya'daki Kremlin Sarayı sahnesi, Dubai'deki dünyanın en uzun gökdeleni Bruj Khalifa'nın içindeki takas sahnesi ve camların üzerindeki yükseklik gerilimi, Hindistan'daki zengin iş adamının partisindeki nefes kesen sahnelere ek olarak, finaldeki devasa otopark aksiyonu filmin bir an bile durmayan aksiyonunu bizlere gösteriyor.  


Tabii nükleer tehlikenin yanı sıra, ortalıkta dolaşan kiralık katillerden tutun, Rus polisinin takipçiliği, yer yer ortaya çıkan Rus silah kaçakçıları, İsveçli teröristler, kum fırtınası derken heyecan seviyesi bir an bile düşmeyen bir filmle karşılaşıyoruz. Belki de serinin en iyi filmlerinden birisiyle karşı karşıyayız. 

Filmin ilginç bir yanı daha var. Çünkü yeni ve birbirini tanımayan bir ekip bir araya geliyorlar. Üstelik daha önceki filmlerdeki seçilen ekibin aksine, bu filmde ellerinde olanla yetinmek zorunda kalan bir Ethan Hunt izliyoruz. Üstelik öyle bir ekip ki bu, sorumluluk almamak için yarışıyorlar. Bu yönüyle mizah dozajı yüksek bir film izliyoruz. Özellikle kadrodakilerin birbirlerine güvenememesi filmin en büyük kozlarından biri... Bir nevi tek tek bakıldığında alakasız görünen ekip, bir anlamda takım olmayı öğreniyorlar. 


Buna ek olarak uluslararası bir kadro toplanmış yine. Özellikle önplana çıkan isimlere baktığımızda Amerikalı oyuncular Tom Cruise, Jeremy Renner, Paolo Patton, Josh Holloway'in yanı sıra İsveç sinemasından Ejderha Dövmeli Kız ile yıldızı parlayan Michael Nyqvist, İngiliz Simon Pegg, Rus Vladimir Mashkov, Fin Samuli Edelman, Hintli Anıl Kapoor, Fransız Lea Seydoux, Boşnak Miraj Grbic öne çıkan muhteşem bir kadro...

Anlayamadığım şeylerden biri de niye Avrupa'nın en iyi oyuncularını alıp, Hollywood filmlerinde kötü adam yapıldıkları. Belki de kötü adamların oyunculuk bakımından daha sağlam durması gerektiğinden kaynaklanıyor. Ne de olsa en karizma karakterler hep kötü adamlar oluyorlar. 


Sonuç olarak iyisiyle, kötüsüyle seriye harika bir aksiyon filmi armağan ediliyor. Fragmanın aksine son derece çekici sahneler filmde gizlenmiş konumdalar. Başka filmlere açık kapı bırakılırken, bu serinin nereye gideceği yönünde bir fikrimiz olmasa da, şimdilik günü kurtarmayı başarıyorlar. Yılın en iyi aksiyon filmlerinden biri olduğu için, aksiyon severlere tavsiyemdir...



Brandt: [after getting out of a giant fan] That's it. Next time, I get to seduce the rich guy. 








Saluda al diablo de mi parte


Bazen geçmişte yaşadıklarımız, geleceğimizin tıkanmasına neden olur. Bu tıkanmanın belli sebepleri vardır. Bunlardan biri kesinlikle geçmişte yapılan hatalar, gençliğin verdiği gözü karalıkla işlenen günahlardır. Tabii normal bir yaşama geçmek istediğinizde, siz onları bıraksanız bile, onlar sizi bırakmaz. 

Kolombiya - Meksika ortak yapımı olan "Saluda al diablo de mi parte", bir nevi eski defterlerin açılmasını istemeyen bir adam hakkında... Ancak böyle şeylere karışmışsanız, o defterler ister istemez açılırlar. Ne de olsa karanlık işler, aydınlığın olmadığı sonlara sebep olur. 


Filmimizin konusunu kısaca özetlememiz gerekirse: Eski bir gerilla olan Angel suç ve şiddetten arınmış bir hayat yaşamak, yeni bir başlangıç yapmak istese de, geçmişi bir türlü peşini bırakmaz. Eski dönemlerde öldürdüğü bir adamın ailesi, kızını esir alır. Kızını kurtarmak istiyorsan, istediklerimizi yerine getirmelisin derler.  İstenen şey çok açıktır. Verilen süre içerisinde bu olaylara karışan eski gerillaları öldürmesi gerekiyordur. Üstelik boynuna takılan bir çiple takip edilmektedir. Bunun üzerine eski arkadaşlarını tek tek ziyaret etmeye başlar. Yeni bir hayat için yapması gereken, 72 saatlik bir maceradan sağ olarak çıkmaktır. 


Filmimizin adı Türkçe'ye Şeytan'dan sevgilerle diye verildi. Bu isim filmdeki bir sahnede kötü adamlardan birinin repliğinden geliyor. Film baştan sona bir hayatta kalma mücadelesi olduğu için, bu isim herhalde çok bizi şaşırtmamıştır. Ancak filmin isminden dolayı bir korku filmi zannedenler, filmden mümkünse uzak dursun. Gerilim desek belki ama korku kesinlikle değil. 

Baş rolde geçen sene çoğu festivalde ödülleri toplayan Edgar Ramirez var. Ona yardım eden simalar ise Güney Amerika sinemasını takip eden seyirciler için çok da uzak gelmeyecektir. Filmin geçtiği yerler itibariyle, suç ve şiddetin çok yoğun olduğu yerler göze çarpıyor. 


Zaten genel olarak yapılan röportajlarda, her gün bir tehlike ile burun buruna olan halk için, bu tür kurmaca filmlerdeki şiddet oranları normal geliyormuş. Bu yüzden de güney Amerika kıtasındaki azımsanmayacak şiddet hareketliği filmin atmosferine yansıyor. Böylece kapkaranlık bir filme hapsoluyoruz. 

Umutsuzluğun, filmin en önemli kozlarından biri olduğunu düşünürsek, bir gerilladan önce çaresiz bir babanın çırpınışlarını izliyoruz. Kızının hayatı pahasına, bir anlamda çevresini silebilecek bir kişinin, zaman karşı savaşı aynı zamanda seyirciyi sürükleyecek bir unsur olarak gözükse de, tempo sorunu filmin ilerleyişini derinden etkiliyor. 


Kimi zamanlarda yoğunlaşan ağır tempo, filmin bazı kısımlarında artış gösterse de, filmin ritmini ayarlayamamasına sebebiyet veriyor. Özellikle içerdiği yoğun işkence sahneleriyle, her seyirciye hitap etmeyen bir filmle baş başayız. 

Filmin başında ve sonunda kullanılan röportaj şeklindeki görüntüler, geçmişte yaşanan gerilla olaylarına bir nevi belgesel estetiği katıyor. Malum Güney Amerika'nın geçmişindeki kapanmayan yaralardan biri olan gerilla sonrası dönem, bir filme daha konu oluyor böylece. 


Sonuç olarak uzak diyarlardan gelen bu film, bekleneni tam olarak veremese de, zamana karşı yarış filmlerini seven izleyiciler için bir alternatif teşkil edebilir. Tabii hızlı görünen ağır tempo, iştahınızı kaçırmazsa...



30 Aralık 2011 Cuma

Der Sandmann



Zaman kumları akıp giderken, insanlar bir rutinin esiri olmuşlardır. Hayat monotondur, yapılacak çok da bir olay yok gibidir. O anlarda akışına bırakırsınız. Peki ya zamanınız yoksa? O an panik kapınızdadır. Bu yüzden de yitirilen zamanlar telafi edilmelidir. Bu telafi ancak gözden kaçırdığınız olaylarla olur. 


Festivallerde dolaşan ilginç bir filmden bahsediyorum sizlere. Adı Der Sandmann... Diğer adıyla Kum Adam... Modern bir pinokyo hikayesi diyebileceğimiz film, adeta masalsı bir yapının içinde bizlere sürreal bir gerçeklik sunuyor. Üstelik bunu yaparken, özgünlüğünü de kaybetmiyor. 




Kısaca konusuna değinirsek; Benno ismindeki bir adam, bir pul koleksiyoncusunun yanında çalışmaktadır. Burada pullara değer biçer, onlarla ilgilenir. Ancak değerli pulları gördüğünde kendine saklamayı tercih eder. Çünkü o güzel bir sevgilisi olan, vücudu formda ve işinin hası bir adamdır. Her şeyi hak ettiğine inanır. Ancak bir gün tuhaf olaylar başlar. Garip rüyalar görür ve ardından yatağında kum taneleriyle uyanmaya başlar. Her gece tekrarlanan bu olaylardan sonra, vücudundan dökülen bu kum tanelerine anlam veremez. Doktorlar da her fonksiyonunun normal olduğunu söylemektedirler. O halde bu kum da neyin nesidir? Bu işi çözmek için ona yardım edebilecek tek kişi vardır. O da kavgalı olduğu, nefret ettiği alt kattaki kafenin sahibi Sandra'dır...




Bir nevi sürreal bir kurmacanın etrafında dönen bir hikayeyle karşı karşıyayız. Tarifi mümkün olmayan bu fantastik olay, bir nevi çocukluğumuzdaki masalları hatırlatıyor. Hatta kimilerine Örümcek Adam'daki kum adamı da hatırlatabilir. 


Bir nevi ahlak duygularının yargılaması konumundaki hikayede, yalan söyleyerek hayatının düzenini kuran bir adamın, aklına dahi gelemeyecek bu sorunla karşılaştığında neler yapabileceğine şahit oluyoruz. Çünkü karakterimiz bir süre sonra kumun insanları uyutucu etkisini fark ediyor. Bu etki sayesinde tuhaf bir süper kahraman gücüne sahip olduğu gerçeği açığa çıkıyor. 




Tabii her şey bu kadar toz pembe değil. Tüm bu olanlara sebep, Benno'nun yalan üzerine kurduğu yaşantısına bağlanıyor. Geçmişte yaşadığı talihsizliğin bilinçaltına yansımasıyla, bir nevi çekilemez bir adam olan Benno, bir yandan geçmişiyle yüzleşirken, diğer yandan da tanımadan yargıladığı kişilerin gerçek yüzlerini görme fırsatı buluyor. 


Oyunculukların kimi zaman absürt seviyeye vardığı filmde, konu itibariyle bu tip oyunculuk tercihleri sırıtmıyor. Senaryonun hayalperestliği ile dünyasının gerçeküstücülüğü içinde eriyor. Bir nevi seyir zevkini harmanlayan bir film halini alıyor. 




Filmin oyuncularını bir kenara bırakırsak, belki en önemli başrollerden biri de müzik denilebilir. Zaten kendi içinde kötü müzik ve iyi müzik eleştirisi yapan bu Pinokyo kırması film, aynı zamanda rüyaların dünyasında yolculuk etmemizi de sağlıyor. Hatta rüyalara hükmetme şansı vererek bir nevi Avrupalı, katmansız Inception demek çok da kötü bir benzetme olmaz. Tabii iki film de birbiriyle çok alakasız onu belirtmek lazım. Sadece fikir açısında bir esprileri benziyor. 


Sonuç olarak son dönemdeki en yaratıcı ve eğlenceli filmlerden birisine hazır olun. Hayalperestliğin hiç ölmediği semalardan bu filmi şiddetle tavsiye ediyorum. Kum saatinin kumları dökülürken, bu filmin içinde geçirdiğiniz süreyi hatırlamayacaksınız bile...









29 Aralık 2011 Perşembe

Medianeras



Her şehrin ayrı bir hayatı vardır. Hayatların yaşandığı bu şehirler bir nevi bizle iletişime geçmeye çalışırlar, ancak dilleri yok ki konuşsun. İşte o anlarda onları dikkatli incelemeliyiz. Çünkü dilleri olmadan kendilerini anlatmaya çalışırlar. Öyle ki kuruluş yerleri, kentleşme düzenleri bir nevi onların anlamlı kılan temel unsurlardır. 


Hatta genelde böyle dili olan şehirlere baktığımızda çok fazla kişinin yaşadığını görürüz. Kim bir şehre bu kadar insanı doldurur diye düşünürüz. Ne de olsa bazı şehirler o kadar boştur ki, insan bazen yalnız kalmak istediğinde oralarda mı yaşasam acaba der. Ancak hayır! Günümüzde o yalnızlığı yaşamak için boş şehirlere gitmemize gerek yoktur. 




Gerek yoktur çünkü zaten insanlar koca şehirlerin içinde hapsolmuşlardır. Yeni yalnızlık yöntemi böyledir. İnsan kendi evinde hapsolur. Bu yüzden de dışarı çıkmaya korkar. Bu korkular, insanı bazı şeylere zorunlu kılar. Bunlardan biri de internettir. Düşünsenize günümüzün çağında kaç kişi internetten yararlanmıyor ki?


İşte bu noktada internet bir nevi insanların yaşam standartlarını belirlemeye başladı. İnsanlar evlerden çıkmadan istedikleri işleri görebiliyor. Yemek yemek için, arkadaşlarınızla konuşmak için, sosyalleşmek için, sinirlenip dövüşmek için, film seyretmek için, hatta seks için... İnsanlar tüm ihtiyaçlarını internetten görebiliyorken, niye dışarı çıksınlar ki?




Tabii modern insanın yalnızlığı bununla da bitmez. İnsan tahammülsüz bir canlıdır. Bu yüzden de işler yolunda gitmeyince, çözümü kaçmakta bulur. Ya da tam tersi kendisini o kişiye mahkum etmekte... Yalnızlığını kalabalığın ortasında yaşamayı tercih eder. Bu yüzden de kalabalığın içinde çalışarak, içsel bir yalnızlık yaşar. 


İşte bu kalabalık şehirlerdeki çarpık yapılaşmalar, aslında şehrin içine doldurulmuş onca insanın karmaşık ilişkilerini temsil eder. Herkesin bir arayışı var, hepsinin bir hayal kırıklığı... Ancak temelinde her insanın bulmak istediği tek bir şey var. O da mutlu olmak...




İşte filmimiz o arayışın olduğu çarpık kentleşmenin merkezlerinden bir yerde Buenos Aires'te cereyan eder. Martin, evden çıkmaktan korkan ama yine de buna zorunlu kalan bir web dizaynerıdır. Hayatını bu işten kazanırken, para harcayacak bir şey bulamadığı için hobi koleksiyonları yapar. Aslında hayatında seveceği bir kadının peşindedir. Çünkü ilişkileri pek yolunda gitmiyordur. Tüm manyak tipler onu bulur. Gerçek hayat olsun, sanal hayattan buldukları olsun. Onun yalnızlığından kurtaramaz. 


Mariana ise bir mimardır. En büyük korkusu asansörlere binmektir. Şehirdeki en sevdiği bina, şehrin en yüksek binası olsa da, o yine de merdivenlerinden çıkmayı tercih eder. Kapalı alanlarda boğulduğunu hisseder.  Tabii herkes istediğini yapamaz. Bu yüzden de mimarlık dışında bir işle uğraşır. O her gün önünden geçtiğimiz vitrinlerin tasarımcılığı yapmaktadır. Öyle yaratıcıdır ki yaptıkları, bakmadan geçemezsiniz. Bir nevi herkesin önündedir, ancak yalnızdır. Kalabalığın içinde kaybolmak işte budur. Bu yüzden de hayatında ona değer veren birilerinin olmasını ister. 




Bu iki karakter şehir hayatının karmaşasında farklı anlarda, aynı yerlerde olurlar. Ancak bir türlü karşılaşamazlar. Çünkü en yakınındaki senin uzağındaki kişi gibidir. Ancak zaman birbirinizi görmenizi istiyorsa o an görüşürsünüz. Biraz kadercilik deyin, belki de tesadüf... Şehrin kuralını değiştiremezsiniz. B


Filmimizde bir nevi bu iki kişinin bir araya gelemeyiş hikayesini izliyoruz. Bu zaman içerisinde yaşama dair anekdotlarla bezeli düşüncelerini izliyoruz. Çünkü hayat aslına bakıldığında sevmediğimiz şeyleri yaptığımız bir arena gibi, bu yüzden de bu arenanın içinde dolaşmaktan başka şansımız yok. 




Medianeras, hayatın içindeki sıradan olaylar için öyle güzel tespitler yapıyor ki, evet harbiden de öyle diyorsunuz. Bu ayrıntılar sayesinde akıcılığını bir an bile kaybetmeyen film, tek kelime ile kalplere hitap eden minik bir başyapıt konumda. Hani derler ya, günümüzün klasikleri, bu film Arjantin değil de, bir Amerikan filmi olsa şimdiden klasik ilan edilmişti. 


İlişkiler hakkında çok şey söylüyor aslında. İnsanların başka birini aldatırken, diğerine gizlenme gereği duymadığını, ya da yanı başındaki insanları fark etmek için evlerinde bir açıklık yaratmaları gerektiğini söylüyor. Sistemi eleştirirken, reklam çılgınlığı hakkında güzel göndermelerle yüz gülümsetici kareler yakalıyor. 




Bana göre yılın en iyileri listelerinde rahatlıkla kendine yer edinebilecek bir film kendisi. Bu yüzden de hiç tereddüt etmeden tavsiye ediyorum. Özellikle yaratıcı romantik filmlerden hoşlanıyorsanız bu film başlı başına sizin kaleminiz. Hatta romantik film sevmiyorsanız bile, sırf yakalanan espriler için bile izlenebilir. Bulursanız kaçırmayın...



Martin: McDonald's menüleri ve internetten bulunan kızla randevuya gitmek çok fazla birbirine benziyor. Her ikisinde de resimleri iştah açıcıyken, önünüze gelen sizi hiç tatmin etmiyor. 




28 Aralık 2011 Çarşamba

50/50



Her insan olmasa da, bazı insanlar vardır. Sağlıklarına çok dikkat ederler. Bu yüzden zararlı şeylerden sakınırlar. Spor yaparlar. Hayatlarını tehlikeye atacak en küçük olaylardan uzak dururlar. Ancak bunca tedbire rağmen bir bakarlar ki, hastalık onları yakalamış. O an kendi kendilerine sorarlar: "Ben boşuna mı bu kadar şeye dikkat ettim?"


Öyle bir adamın hikayesini anlattığımız filmin adı: 50/50... Adından anlaşılacağı üzere fifty - fifty yani yüzde elli - elli... Tabii bir bahisten söz etmiyoruz bu tabirle. Hayatta kalma yüzdesi filmin adına konulmuş. Çünkü ana karakterimiz bir kanser hastası ve bununla yüzleşmeye çalışıyor. 




Dilerseniz filmimizin konusuna hemen geçelim. Adam, hayatına son derece dikkat eden bir gençtir. Güzel bir sevgilisi ve sevdiği bir işi vardır. Ancak bir gün depresyon check up'ına gittiği bir hastanede; kolon kanseri olduğunu öğrenir. Bu da onun hayatında bir nevi kırılmaya neden olur. Her şeye dikkat etmesine rağmen kansere yakalanmıştır. Bu durumu kız arkadaşı olumlu karşılayıp destek olacağını belirtir. En iyi arkadaşı Kyle ise bir yandan destek olup, diğer yandan arkadaşının hastalığı üzerinden prim yapmaya çalışır. Annesi yıkılır, ancak Adam çok üzerine düşülmesi taraftarı değildir. Kanser tedavisi sürecini, hayatındaki insanlara etkisini bir bir gördüğümüz filmde, bir nevi bir hastalığın sonucunda yakınlarının anatomisini çıkarırız. 




Malum zor günler, aynı zamanda çekilemez günlerdir. Bu sorumluluğa çok az kişi katlanabilir. Anne babalar daima üzülürler. Bu zamanlarda arkadaşlarınızın desteğini hissetmek istersiniz. Bu yüzden de gerçek arkadaşlarınızın kimler olduğunu öğrenirsiniz. Bazen o sevdiğiniz kız arkadaşınızın bile gerçek bir sorunla mücadele edemediğini görürsünüz. 


Bu süreçlerin yaşandığı bu zorlu günleri masaya yatırıyor film, üstelik yoğun drama sosuyla harmanlarken, bir anlamda da kara mizahını yapıyor. Bunun üzerine de romantik olmayı beceriyor. Bu üç türü harmanlayarak sıradan konusunu farklılaştırmaya çalışıyor. 




Adam'ın hastanede yaşadıklarını, yeni edindiği onun gibi kanser olan arkadaşlarını, doktorları ve ona yakın durmak isteyen genç terapistiyle geçirdiği vakti izliyoruz. Malum kanser söz konusu olduğunda bazı gerçekler vardır. Bunların en önemlisi malum "ölüm"dür. İşte hastane çevresinde bu hüzünlü gerçekle yüzleşmeye çalışıyoruz. 


Sonuç olarak kadın - erkek ilişkilerini, yakın arkadaşların birbirleriyle olan ilişkilerini hastalık ortaya çıktığındaki zaman birimi içinde değerlendiriyoruz. Getirdikleri veya götürdükleri... 50/50 işte bu anlarda gerçekleşen durumları bizlere sunmaya çalışıyor. 




Hayatında kanser hastası olan insanlar için biraz zorlayıcı bir film olabilir. Üstelik film bu konuyu hafifletmeye çalışan bir film. Buna rağmen bu kapsamdaki insanları kötü hissettirebilir. Bu yüzden sağlam sinirlere sahip olanlar izlesinler derim. Ya da kendinizden bir şeyler bulmak için bile izleyebilirsiniz. 


Son dönemin genç ve başarılı oyuncularını barındıran film, sırf Joseph Gordon-Lewitt ve Seth Rogen için bile izlenebilir. Anna Kendrick ve Bryce Dallas Howard ise alıştığımız performanslarına bir yenisini ekliyorlar. Kısa da olsa usta oyuncu Anjelica Huston filmin ağır toplarından biri sayılabilir. 


Bağımsız filmlerden hoşlanıyorsanız, bu senenin ön plana çıkan bağımsızlarından biri olan 50/50 de sizleri bekler. 


Kyle: You could have totally fucked the shit out of that girl. 
Adam
: No one wants to fuck me. I look like Voldemort. 




27 Aralık 2011 Salı

Labirent


Yıllarca Türk halkının en çok izlediği filmler Hollywood filmleri oldu. Bu tip filmlerin izlenmesinin nedeni de açıktı. Hollywood filmleri daha iyi teknolojilerle çekiliyor. Sahnelerin profesyonelce yansıtılması üzerine gerçekçi bir yapı oluşturuluyordu. Bu yüzden de bahane olarak bizde böyle imkanlar yok ki yapalım denildi. 

Nitekim günümüzde daha az bütçelerle, böyle iddialı filmler yapılabiliyor. Mahsun Kırmızıgül'ün abartılı bütçesiyle daldığı politik gerilim aksiyon türüne, bir yeni örnek daha eklendi. Tolga Örnek'ten Labirent... Sinemaseverleri hayal kırıklığına uğratan New York'ta 5 Minare'den sonra görüldü ki, Labirent bu tip bir filmi yapmak için ille de Amerika'ya gitmeye gerek yokmuş. 


Labirent'in konusuna ise kısaca değinelim. Dini bir terör örgütü, gerçekleştirdiği Amerika ve Avrupa eylemlerinden sonra hedef olarak Türkiye'yi seçmiştir. Canlı bir bombanın yaklaşık doksan kişiyi öldürmesiyle beraber, Türkiye'nin ajan anatomisini incelemeye başlıyoruz. Örgütün hedefi, Türkiye'de çok ses getirecek bir eylem yapmaktır. Yüzlerce insan tehlike altındadır. Bu eylemi durdurmak ise Türk ajanların elindedir. Fikret adındaki bir adamın başını çektiği ekip, verilen istihbarat eşliğinde bu olayı çözmeye çalışırlar. Bu süreç içerisinde İngilizler kendi ülkelerinde de bir eylemin olacağını düşünüyorlardır. Bu yüzden de Türklere yardım teklif etseler de, kendileri de karşılığını isteyeceklerdir. 


Tabii bu koşuşturmaca sırasında ajanlarımızın iç dünyalarına, aile hayatlarına da girerek empati kurmamız sağlanmaya çalışıyor. Genel olarak bakıldığında çok fazla yan karakterlerine eğilmeyen bir senaryo akışı sağlanmış. Sadece dramaturji için yan karakterlere bir uğranmış. 

Bu da filmin belki de en büyük sorunu olarak göze çarpabilir. Ancak farklı bir bakış açısıyla filme baktığımızda bu seçimin nedeninin dramaya kaçmaktansa, daha çok politik gerilim kısmına yoğunlaşmak için olduğu söylenebilir. Bu yüzden de dramaya çok dalmadan, ucundan köşesinden bir değinelim denilmiş. 


Filmin içerisinde belli tekrar sahneler dikkat çekiyor. Örneğin başroldeki ajanımız Fikret'in rüya sahneleri hem aynı kareler eşliğinde, hem de aynı uyanışlarla üst üste tekrara edilerek anlamsız ve rahatsız eden bir ikilem yaratılsa da, filmin sıçramalı kurgusu yer yer video klip estetiğine dönerek son yılların politik filmlerinin trend denilebilecek sinematografisine ulaşılmayı başarabilmişler. 

Tabii filmin içinde bazı çelişkilerin dikkat çekmesi handikap oluşturmaya devam ediyor. Örneğin çok yönlü bir bakış açısı getirmeye çalışılmış. Ancak maalesef bu anlayış tam olarak oturmamış. Örneğin İngilizlerin önce aksi tutumu, bir olayın sonucunda ya da bir posta koyulması sonucu aniden süt dökmüş kediye dönmesi, filmin iyimser tutumlarından biri olarak öne çarpıyor. Buna ek olarak filmin olası felakete karşı klasik optimistik yaklaşımı, film sonlandığında sizde eksik kalan bir tarafınızın olmasına neden oluyor. 


Çelişkiler bununla da bitmiyor aslında, film genel olarak şiddeti göstermeden hissettiren bir film olarak ilerleyecek diyorsunuz. Ancak bakıldığında teröristlerin kötücül eylemleri gayet kimi izleyicileri rahatsız edecek çıplaklıkla gözler önüne serilmesi, aslında biz şiddete karşı değiliz. Ancak kendi yarattığımız şiddeti göstermeme taraftarıyız yönüne çekilmesi ve bununla birlikte terör kötülenmelidir. Onların şiddetini insanlara aktarmazsak, insanların akıllarında kalmaz yaklaşımı bir nevi olumlu karşılanabilir durumda denilebilir. 

Senaryonun falsolarından biri de, dramatik sahnelerin seyircinin gözüne sokulmaya çalışılması söylenebilir. Bazı anlarda filmin ilk anlarında gösterilen sahnelerden ileride olacakları tahmin etmeniz çok zor olmuyor. Bu yüzden de "işte buradan seyircinin duygularına dokunacağız" yaklaşımı hissedilebiliyor. 


Filmin oyunculuklarına geldiğimizde ise gayet parlak sonuçları görebiliyoruz. Timuçin Esen zaman zaman abartılı oynasa da, Sarp Akkaya, Meltem Cumbul, Altan Erkekli, Ozan Bilen gibi oyuncuların dozunda oyunculukları filmin çıkış bileti gibi gözüküyor. Özellikle Ozan Bilen'in başarılı aksan denemesi takdire şayan denilebilir. Meltem Cumbul'u da sinemada özlediğimizi fark ediyoruz. 

Çok büyük bir ayrıntı olmasa da, bazı ters köşeler seyircinin gözünde tebessüm yaratıyor. Örneğin Ezel dizisini izleyenler bilir. Sarp Akkaya'nın karakteri Tefo ve Rıza Kocaoğlu'nun oynadığı Temmuz karakterleri birbirlerini öldürmek için kıyasıya savaşan tetikçileri oynuyorlardı. Bu filmde ise yan yana savaşmaları, yüzleri güldüren bir ayrıntı... Diğer bir espri de Gönül Yarası'nda Timuçin Esen'in kovaladığı Meltem Cumbul, bu filmde de tam tersi bir kovalamacaya dönüşebiliyor. Ve yine sevmekle alakalı...


Sonuç olarak Mahsun Kırmızıgül'ün başaramadığını, Tolga Örnek başarıyor ve Türk sinemasına başarılı bir politik gerilim örneği kazandırmayı başarıyor. Üstelik gerçek olaylardan izlerin görülebileceği bir kurguyla, Türklerin de bu tür filmleri kotarabileceğinin en büyük kanıtı oluyor. Gerçi biraz Türk yaklaşımlı bir temaya gidilebilirdi, ancak Hollywoodvari anlatımı da hiç fena değil. 

Eli yüzü düzgün bu filme şans verebilirsiniz. En azından haddini biliyor ve kendi suları içerisinde oynamaya çalışarak çok fazla konunun içinde kaybolmuyor. Yazının içeriğinde bahsettiğimiz kimi hataları da yapmasaydı dört dörtlük diyebilirdim. Lakin bu haliyle de bu senenin iyi denemelerinden biri olarak gözüküyor. 

Politik gerilim aksiyon sevenlere önerilir. 




26 Aralık 2011 Pazartesi

My Week with Marilyn


Herkesin bir hayali vardır. Kimileri pilot olup uçmak ister, kimileri ben doktor olacağım ve insanları kurtaracağım der. Biri de çıkar ve ben yönetmen olacağım der. Ailesi zengindir, böyle boş işlere kalkışma der. O ise umursamaz ve hayallerinin peşinden gider. İşte bu hayallerin peşinde koşmak için her türlü zor koşula hazır olmamız gerekebilir. Ne de olsa setler tahmin edildiği gibi kolay yerler değildir. 

Kimileri ise şanslı olur. İstedikleri yolunda ısrarcı olurlar. Gece gündüz kapı önlerinde beklerler. Fakat bir bakmışsınız henüz ilk deneyimiz bir uzun metraj film olmuş. İşte tip şanslı kişilerin, bir sinema filmi yaratma sürecinde önemli anıları olabilir. Biz de şimdi öyle bir adamın hikayesine konuk oluyoruz: My Week with Marilyn...


Filmimiz konusu kısaca şöyle: Colin Clark isimli bir gencin en büyük hayali, idolleri olarak gördüğü bazı yönetmenler gibi bir yönetmen olmaktır. Bu yüzden de prestijli okulları seçmeyerek, ailesinin tüm ısrarlarına rağmen film sektörüne girmeye çalışır. Uzun uğraşlarından sonra bir film üçüncü yönetmen asistanı görevini kapar.  Film Laurence Oliver'in filmidir. Daha da önemlisi filmin baş rolünde Marilyn Monroe oynayacaktır. Marilyn Monroe'un İngiltere'de çekeceği ilk film olacağı için büyük heyecan vardır. Ancak filmin çekimleri sırasında Marilyn adaptasyon sorunları yaşar. Kocası yazar Arthur Miller bile ona katlanamaz olmuştur. Colin ise çalışkanlığıyla övgü toplarken, Marilyn Monroe'nun da gözdesi olmaya başlar. Marilyn, Colin dışında kimseyle konuşmak istemez. Bu yüzden de film krize doğru sürüklenmeye başlamıştır. Colin Clark ise bulutların üzerinde bir set deneyimi geçirmeye başmıştır. 


Bir nevi hayallerin üst seviyelerine ulaşan ana karakterimizle baş başayız. Aslında film çekmeye hevesli bir gençken, Marilyn'in ona ilgi göstermesiyle birlikte bir anda onun büyüsüne kapılır. Bu büyüye kapılmanın çok büyük hayal kırıkları olduğu bilinmektedir. Ancak Colin yine de, hayatının bu güzel günlerini değerlendirmek için elinden geleni yapar. Belki de en büyük destekçisi filmin hem başrol oyuncusu, hem de yönetmeni olan Oliver'dır. Belki bu hayat tecrübesi ona büyük dersler verir. 

Marilyn Monroe filmin bir nevi ilgi odağı olsa da, film direkt olarak ona odaklanmıyor. Bir film çekimleri sırasında genç bir delikanlının rüyalarında dahi göremeyeceği bir dünyaya adım atması anlatılıyor. Marilyn Monroe da bu vesileyle çeşitli yönleriyle resmediliyor. 


Bu resimde özellikle insan ilişkilerindeki sorunlu yönleri ön plana çıkartılırken, haplar ve sakinleştiricilerle uyuşturulan bir kadının dramına tanık oluruz. O büyük bir yıldızdır. Ancak kendi içinde çaresiz küçük bir kızdan fazlası değildir. Her daim ilgiye muhtaç yaramaz bir çocuktur. Şöhret hoşuna gider, ondan vazgeçemez. Ancak onu yavaş yavaş öldüren de bu şöhretin ta kendisidir. 

Oyunculuk yeteneği sınırlı bir kadındır o. Kat kat iyi oyuncular vardır. Ancak o çağlar onun çağıdır. Çünkü tavırlarıyla, hareketleriyle bir idol, halkın ilgi odağı haline gelmiştir. Bu yüzden de halka ve basına oynadığı oyun, onu büyülü bir imge haline getirir. Öyle ki yüzyılın sinema ikonları düşünüldüğünde, sinemaya pek de katkı yapmasa da adı hep alınacaktır. o bir figürdür. Bu yüzden de ilgi çekiciliğini hiç yitirmez. 


Michelle Williams, her gün biraz daha gelişen oyunculuğunda, bir nevi kendi kariyer zirvesine ulaşıyor bu rolle. Monroe'yu bir anda büyüleyici kılarken, bir yandan da onun kırılgan hallerini en düzgün halde sergilemek için elinden geleni yapar. Bir nevi Marilyn'in vücut bulmuş hali demek isterdim ama bana göre Marilyn'den daha güzel bir kadına bürünüyor kendisi. Ben filmi izlerken resmen Marilyn'i değil, Michelle'i istedim. İlgi odağı Michelle haline gelmişti. Bu yüzden de belki de, Oscarlarda adı geçse de, heykelciği kucaklamayabilir. Çünkü o kadar harika ki, sanki Marilyn'den bile iyi...

Kenneth Branagh da ayrı mükemmel bir tablo çiziyor. Oyunculuğu zaten dillere destan olan Branagh, karakterine ekstra bir gösteri sunduruyor. Karakterine baktığımızda harika bir oyuncu olan Laurence Oliver'ı canlandırıyor. Ancak bu karakterin belki de en büyük sıkıntısı, iyi oyuncuyken, yıldız olamamanın eksikliği büyük sıkıntı yaratıyor. Bir nevi Kenneth Branagh'ın yaşadığı durumun aynısı gibi gözüküyor. Kimbilir belki de kendisini oynadı. Bu yüzden de bu kadar rahat bir performans sergiliyor. Tek kelime ile mükemmel...


Film başlı başına bir yıldızlar topluluğu şeklinde sayılabilir. Kısaca saymak gerekirsek; Judi Dench, Julia Ormond, Emma Watson, Toby Jones, Dougray Scott, Dominic Cooper başı çeken isimler olarak göze çarpıyor. Bu kişilerin yanına hikayeyi gözünden gördüğümüz Colin Clark'ı canlandıran Eddie Redmayne de eklenebilir. Ancak o diğerleri kadar görkemli sayılmaz. Çünkü rolündeki toy, saf delikanlıyı oynarken, sade ve gösterişsiz oynayarak yerini bilmiş. Fakat daha ötesine geçmemiş. 

Film bir dönem filmi yapmanın zorluklarını kendi içerisinde yenerek, Monroe'lu dönemlere bizleri götürüyor. Sanki onun yaşadığı dönemlerde nefes alıyoruz. Bu nefes ile sinemanın bir tarihine daha tanıklık ediyoruz. Senaryosu son derece başarılı işlerken, oyunculuklar önplana çıkıyor. 


Sonuç olarak oyunculukların, özellikle de Michelle Williams'ın performansı için izlenebilecek bir filmle karşı karşıyayız. Tabii Kenneth Branagh'ı da unutmayalım. Çok ciddi rakiplerle karşılaşmazsa bu sene Branagh ödülü kucaklayabilir bile bakarsınız. 



Marilyn Monroe'ya ilginiz varsa, ya da sinema dünyasının bu dönemlerini merak ediyorsanız, bu biyografik filmi tavsiye ederim. Marilyn öyle bir resmediliyor ki, tüm kusurlarına rağmen o büyünün ta kendisi olduğunu ispatlayan bir kadın olduğu gösteriliyor... 

Görürseniz Marilyn'e merhaba demeden geçmeyin...



Sir Laurence Olivier: Remember boy, when it comes to women, you're never too old for humiliation.