Kült, esas olarak “din” anlamında kullanılsa da, din ve sosyoloji bilimlerinde, çevrelerindeki kültür veya toplumun genel veya anaarterin dışı gördüğü inanç, uygulama veya ibadetlere kendini adamış bir birleşik insan topluluğuna verilen isimdir.

Kitsch, varolan bir tarzın aşağı bir kopyası olan sanatı sınıflandırmak-ifade etmek için kullanılan Almanca bir terimdir.

Klişe (Fransızca: Cliché) uzun süre çok fazla kullanılmış ve artık etkisini yitirmiş ifade, fikir ya da öğelerdir.

30 Kasım 2011 Çarşamba

Henry's Crime (2010)



Bazı insanlar hayalleri olmadan yaşarlar. Onlar için yaşamak, su içmek gibidir. Hayalleri yoktur, amaçları yoktur. Bu yüzden de hiç bir şeye dair heyecan duymazlar. Bu heyecansızlık da olanları rahat kabullenmelerini sağlar. Hayata tutunmak istemeyen bu kişiler doğal olarak insanlara kötülük de yapmak istemezler. Benim bir hedefim yoksa onları neden engelleyeyim derler. İşte bu amaçsızlık insanı otlaştıran şeydir. 


Henry's Crime'da da böyle bir kişiyi görüyoruz. İsmiyle filme de adını veren bu karakter, hayattan umudunu kesmiş bir karakter. Hiç bir amacı yok, bu yüzden de ruhsuzca yaşamayı tercih ediyor. Hiç bir şeyi problem etmiyor. Çatışma ortamını kafasında sıfırlamış. Peki ya mutlu mu gerçekten?




İşte tam bu noktada konumuza hafifçe değinmekte fayda var. Ne de olsa Henry belki de bu ruhsuzluğun peşinden düşmesini istiyordur. Henry, sessiz sakin bir gişe memurudur. Eşiyle birlikte sade bir yaşam sürmektedir. Ancak bir gün eski okul arkadaşlarından biri ona maçta oynamak isteyip istemediğini sorar. O da saf bir şekilde kabul eder. Ancak aslında bahsedilen maç, bir soygundan başkası değildir. Soygun gerçekleşirken, o an arabada bekleyen Henry, ne olduğunu anlayamadan polisler tarafından götürülür ve üç yıl hapse mahkum edilir. Eşi, başka bir adama aşık olduğunu söyleyip ondan ayrılır. Henry, hapishanedeki hücre arkadaşı yaşlı kurt Max ile bir konuşmasında hayattan tat alması için bir amacının olmasını söyler. Bunun üzerine Henry, amacına karar verir. Soymadığı bankayı bu sefer soyacaktır. 




Klasik bir soygun filmi diyebiliriz. Ancak bu sefer soygun ikinci planda diyebiliriz. Daha çok hayatı yaşamak hakkında bir film bu. Yaşamını nasıl değerlendirdiğin, aşkı aramakla ilgili bir film bu. Bazen işler ters gidebilir. Ancak sen teslim olursan, hayat da sana tokadı atar. Bu yüzden direnmen gerekir. Henry's Crime da bunu bizlere söylemeye çalışıyor. 


Filmin başındaki hapishane sahneleri, ilk başlarda acaba hapishane filmiyle karışık bir soygun filmi diye soru işareti bıraksa da kafamızda, alakasının olmadığını anlıyorsunuz. O kısmı kısa geçmişler. Hatta bu kısımdaki en kilit nokta belki de, Henry'nin terk edilme sahnesi denilebilir. Çünkü çocuk isteyen bir eşe, ne mani olabilir ki, hem de kocası hapse girmişken, kendine sığınacak bir liman arıyor. Bunun karşılığında da pek de bulaşmaması gerekn bir adama bulaşıyor. Olsun, herkesin hayalleri farklıdır. O kadınınki de buymuş meğer. 




Keanu Reeves de bir değişiklik yok aslında. Yine o donuk bakışlarıyla, şaşkın bir edayla insanlara bakıyor. Öyle ki her baktığında yeni bir şey öğrenen bir çocuk gibi. Yeni bir şeyler keşfediyor gibi. Bu filmde de değieşn bir şey yok, o hale aynı Keanu ve aynı oynamaya devam ediyor. Gerçi artık biraz yaşlandığı gözlerindeki kırışıklıklardan belli oluyor. 


Vera Farmiga ve James Caan ise filmin ağır topları konumundalar. Her ikisi de döktürüyorlar. James Caan özellikle insanları etkilediği anlarda büyülü bir değnek uzatıyor gibi, Vera ise zor olanı yapıyor. İyi oynayan oyuncu ile rol yapan oyuncuyu aynı anda canlandırmaya çalışıyor. Yüzündeki mimikler, jestler olsun son derece başarılı... Zaman günümüzün en dikkate değer bayan oyuncularından biri kendisi. 




Senaryoya baktığımızda ise aslında çok fazla akıl oyununa rastlamıyoruz. Soygun ile tiyatro sahnesini aynı konu içinde eriterek, eski usul bir soygun filmine imza atıyorlar. Karakter odaklı senaryosuyla, aslında bir yandan da soygun umurunda değil. Çünkü bu Henry'nin hikayesi ve Henry kötü biri değil. Bu yüzden de Henry'nin sadece bu duruma ayak uydurmasını izliyoruz. Bu yüzden de senaryo bazlı çok beklentilere giren seyircilere kötü haberim var. Senaryo çok naif, ekstra bir içerik barındırmıyor. Basit bir senaryodan eli yüzü düzgün film çıkarmak istemişler ve nitekim istediklerini başarmışlar. Çünkü filmimizin eli ayağı düzgün...




Sonuç olarak iddialı olmayan, ancak kendini izlettiren bir filmle karşı karşıyayız. Başroldeki oyuncular kendini izlettiriyorlar. Özellikle yönetmenlik adına çok farklı şeyler söyleyemeyeceğim. Çünkü cesur davranıp, farklı şeylere sapmak yerine garantici bir yoldan gitmiş. 


Söyleyebileceğim şu ki Keanu'yu özleyenler için kaçırılmaz fırsat denilebilir. Sırf onun mağrur bakışları için bile izlenebilir. Ortalama bir film olsa bile. 



Julie: Aren't you guys worried about getting caught? 
Max: It's kind of a win-win situation for me. 
Julie: Why? 
Max: I like jail. 



29 Kasım 2011 Salı

Faces in the Crowd


Hayatında planlarını yapmış bir kadını düşünün. Arkadaşlarıyla kız geceleri yapıp, felekten günler çalarken, bir yandan sevgilisiyle aynı evde yaşıyor. Bu tip bir kadının hayali, her halde evlilik olur. Ne de ols mutlu sonlar hep böyle biter öyle değil mi? Efendim? Öyle değil evet!


Milla Jovovich'in son filmlerinden biri olan Faces in the Crowd, Amerika'da vizyona girmeden doğrudan video piyasasına düştü. Tabii Avrupa'daki ülkelerin bazılarında vizyon gördü. Bunlardan biri de biziz. Topla filmin vizyon görmesini beklerken, gidiyorlar video filmlerini ülkemizde vizyona sokuyorlar. O da hayret verici bir olay gerçekten.


Neyse konumuza geri dönersek; Anna dediğim gibi hali vakti yerinde bir kız. Sevgilisi Vegas'a yıl dönümlerini kutlamak adına çağırıyor. Belki de orada evlilik teklif edecek ona. Böylece istediği son gerçekleşecek. Çoluk, çocuk vesayreler olacak. Tabii aksilik ya bu, kaldırımlardan birinde çalışma var, girilmez tabelasına dikkat etmeden kaldırımda yürürken, bir bakıyor. Bir çift, plastik inşaat perdeleriyle örtülü kısımda sevişiyorlar. Ancak birkaç saniye sonra kızın kanlar içinde yere düşmesinden sonra, aslında bunun gazetelerde adı geçen kadın katilinin işi olduğunu fark ediyor. Tam o sırada da sevgilisi telefonla arayınca, boğuşmalar vesayreler, Anna, başını vurarak suya düşüyor. O andan sonra beynindeki hasar sonucu insanların yüzlerini sürekli farklılaşmış olarak görüyor. Acaba katil yanı başında biri mi olacak? gibi söylemle filmin konusunu özetleyebiliriz.


Bu tekinsizlik ortamı, filmin belki de en büyük kozu. Çünkü ana karakterimiz, kendisinin aynada yansıması dahil, kimseyi tanımıyor. Yüzler sürekli değişiyor. Bu yüzden de ses tonları dışında farklı aktör ve aktrisleri görme şansı yakalıyoruz. Bu yönüyle seyirciyle bir nevi akıl oyunları oynuyor film.


Filmin bir diğer kozu ise filmin sözde şaşırtıcı finali denilebilir. Sözde diyorum çünkü katilin kim olduğunu, dikkatli olursanız, zorlanmadan çözebiliyorsunuz. Ancak dikkati çabuk dağılan izleyiciler şanslılar çünkü böyle durumda filmden daha fazla keyif alabilirsiniz. Tabii filmin yüzleri değiştiren esprisi fazla kullanıldığında da sıkabiliyor. Bu yüzden filmin olumsuz yanları olarak bunu not edebiliriz.


Bazı anlarda da özellikle ayrıntılar göze sokulmak istenmiş gibi görünüyor. Örneğin şampanya sevmeyen bir kadına sürekli şampanya verilerek, gerilim yaratma çabası... Top sakallı detektifin sakallarını durup dururken keserek filmde gereksiz aksiyon olmasını sağlamak gibi, filmin kendi içindeki mantığına uymayan ama ortalama seyircinin seveceği numaralara kalkışılmış.


Oyunculara baktığımızda Milla Jovovich'in son dönemlerinde sıkça seçtiği tek tabanca kadın karakterleri, hafif kabak tadı vermeye başladı. Çünkü karakterlerine maalesef farklılık katamıyor. Sanki aynı karakteri, farklı zamanlarda, farklı insanlarla tekrar izliyor gibiyiz. Nip Tuck'ın hayran kitlesi hiç de az olmayan oyuncu Julien McMohan ise yüzü en çok görünen ikinci karakter olsa gerek ki, varlığını az da olsa hissediyorsunuz.


Bir diğer dikkat çeken oyuncu ise sahnelerin karga sesli şarkıcısı, tabii bir anlamda da kült oyuncusu Marianne Faithfull, filmdeki yol gösterici bilge kadın rolüyle renk katıyor. Tabii daha ötesini söyleyemiyoruz. Çünkü kendi yüzüyle göründüğü süre neredeyse figüranların göründüğü süreye denk geliyor. Tabii sesine aşina insanlar için ses olarak daha akılda kalıcı olabilir kendisi.


Sonuç olarak bakıldığında tamam çok şey vaat etmiyor film. Zaman zaman kusurları da var. Ama vizyona giren onca çöp film düşünüldüğünde, bu film de direkt videoyu hak etmemiş doğrusu. Sinemada izlediğimizde çok da sırıtmazdı. Bu vasat filmi, denediği ilginç numaralar için izleyebilirsiniz. Kimbilir belki de sizlere ilham verir.




28 Kasım 2011 Pazartesi

It's Kind of a Funny Story (2010)


Büyümek zor iştir. Karşınıza sürekli problemler çıkar. Okul bir sorundur. Aile içi sorunları saymazsınız bile. Gelecek problemleri ise en büyük stresi yaratır insanın üzerinde. Kendinizi hiç olmadık insanlarla karşılaştırırsınız. Şu adam şunda başarılı, bu adam bunda başarılıdır. Siz ise onlara uzaktan bakarsınız. Ne yapsanız fayda etmez. Bu yüzden de kızlar onlarla beraber olur.


Klasik gençlik sorunlarından başkası değildir anlattıklarım... Ancak bizler için sıradan görülse de, çoğu gencin bu sorunları dünyanın sonu gibi görmesi muhtemel bir olay haline geliyor. Hatta kimileri bu baskıya dayanamayıp intiharı bile deniyorlar. İşte tam bu noktada hikayemiz başlıyor.


Craig intihar etmeyi düşünen bir çocuktur. Ancak bunu engellemek adına, intihar eğilimli olduğunu söyleyerek kliniğe yatmak ister. Yetkililer de bunu dikkate alarak en beş gün gözetim altında tutmaya karar verirler. Ancak Craig bu fikrinden çabuk vazgeçer. Çünkü bulunduğu klinik çatlaklarla doludur. Bu yüzden de orada bulunmak istemez. Ancak oda arkadaşı yatağından hiç çıkmayan Mısırlı Muqtada, sese fazla duyarlı yahudi Solomon gibi kişilerden ürker. Tek tesellisi normal gibi görünen bilgece öğütler veren oradaki ilk arkadaşı Bobby ve intihar eğilimli güzel kız Noella'dır. Craig, hastaneye alışmaya başladıkça, kendindeki sorunları da gözden geçirme şansı bulur. Belki de yeni bir kapı aralanıyordur.


Kısaca özetlenirse, It's Kind of a Funny Story'e büyüme hikayesi diyebiliriz. Ne de olsa karşımızda kafası karışmış bir genç adam var. Okuldaki en iyi arkadaşının fazla başarılı olması ve hep yakınlaşmak istediği kızı kapmasıyla dengesi alt üst olmuş. Bunun yanı sıra hassas anne ve tam tersi duyarsız baba ve üstün zeka kardeşinin beklentileri altında ezilmiş. Bu da onun depreasif bir döneme girmesine neden olmuş. Gençlik hikayelerinde sık gördüğümüz kendini bulmaya çalışma hikayesiyle baş başayız. Bir yandan bu maksatla günümüz gençliğinin ne kadar intihara meyilli olduğunu ve çok fazla ilaç kullanan gençliğe karşı bir eleştiri yollamak temel amaçlardan biri olarak görülüyor. Neden bu kadar fazla ilaç kullanıyoruz ki?


One Flew Over the Cuckoo's Nest, belki de akıl hastanesi filmleri içinde ilk akla gelen filmdir. Bu filmi izleyince yine o geliyor aklımıza. Birbirinden ilginç tipler, farklı nedenlerle hayatın darbesini alarak akıl hastanesine düşmüşler. Bu da bir nevi One Flew Over the Cuckoo's Nest'te olduğu gibi bu karakterlerin anatomisini bizlere sunuyor. Böylece halimize şükretmemiz için fırsat tanıyor. Tabii bu sefer baş rol karakterimiz Craig'in gözünden bakıyoruz olaya.




Bu yönüyle bile akıl hastanesi filmlerinin gençlik filmi versiyonu bile diyebiliriz. Craig'in beyninin içinde düşündüğü şeylere tanık olurken, yaratıcı bir görsellik bizleri bekliyor. Örneğin bazen geçmişe gidiyoruz, bazen ise çizgi bir dünyada yerimizi alıyoruz. Tabii ihtimalleri hiç söylemiyorum. kim kafasında bu ihtimal olsa nasıl olurdu diye düşünmez ki? Özellikle de 16 yaşında bir gençseniz. Üstelik şanslı bir çocuk o. Bu deneyimi sayesinde kendinde keşfedemediği yetenekleri ortaya çıkarırken, bir yandan da kafasını kemiren sorunlara çare bulmanın yollarını keşfediyor.


Tam bir bağımsız yapım görünümündeki filmimiz, yönetmenlerinin serbest çalışmasıyla seyri güzel tatlar sunuyor bizlere. Belki bu filmi yıllar geçtikçe unutacağız. Ancak filme rastladığımız her yerde güler bir yüzle bakacağız. Çünkü kendi içinde sımsıcak bir film. Dramatik anlara bile, olumlu yaklaşamaya çalışıyor. Bir nevi bizden kötüleri var, hayat devam ediyor. Tutun hayatına demek düşüyor bize.


İyi seyirler...



Bobby: I don't get wrapped up in a bunch of stuff I can't have. 
Johnny: Relax, it's just for fun, bro. 
Bobby: That's not fun. That's propaganda, man. All those Madison Avenue types telling you how to live your life. Fast cars, hot chicks... Reese's Pieces... Gucci... Werther's Original. I don't buy into that bullshit! 






27 Kasım 2011 Pazar

You Again (2010)



Okul yılları herkes için farklı anlamlar ifade eder. Bazılarının en mutlu olduğu parlak yılları olurken, bazıları için de unutulması gereken acı tecrübelerin olduğu zamanlardır. Tabii bu kötü zamanların sizlere yararları da dokunabilir. Daha başarılı olabilirsiniz. Bir nevi güçlüklerden doğan başarı hikayeleri gibi. Peki o günlere tekrar dönmek zorunda kalırsanız?


Söz konusu bir zaman makinesiyle geçmişe gitmek değil tabii ki. Ancak lise kabusunuz olan birisiyle, yıllar sonra akraba olacağınızı öğrenseniz, o yıllara geri dönerdiniz herhalde. Üstelik o kişiyle hayatınız boyunca belki de görüşeceksiniz. Tam bir travma nedeni olarak gösterilebilir. You Again, bu süreci gözler önüne seriyor. 




Konumuz ise aslında çok da farklı değil. Marni, lise yıllarında inek bir öğrencidir. Bu yüzden okulun popüler kızları onunla uğraşmaktadırlar. Bu süreç hayatının en kötü yılları olur. Ancak o artık kendine güvenen önemli bir genç iş kadınıdır. Hatta New York'taki bir işe terfi bile almıştır. Bu haberi vermek ve ağabeyinin düğününe gitmek üzere evine geri döner. Ancak tam bu anda büyük bir şokla karşılaşır. Çünkü ağabeyinin evleneceği genç kız Joanna, okul yıllarında Marni'nin kabusu olan o popüler kızdan başkası değildir. İşin kötü tarafı da, Marni'nin ailesi şimdiden bu kıza aşık olmuştur. Marni'nin evini ele geçiren bu fettan kızın saltanatını tehdit etmek, Marni'den başkasının görevi değildir. Ne yaparsa yapsın, ağabeyi bu kızla evlenmemelidir. 




Klasik bir Amerikan komedisiyle baş başayız. konudan anlaşıldığı üzere, geçmişle hesaplaşma hikayesi de denilebilir. Ne de olsa o dönemde biriken öfke birikintileri, patlamaya hazır bir bomba kıvamına gelmiş geçen süreçte. Bu tip bir bombayı da imha etmek zordur. Bu yüzden küçük patlamalara tahammül etmeliyiz. Film de öyle yapıyor zaten...


Marni, eskiden hiç bir şey yapamadığı rakibine karşı, içten pazarlıklı olmayı beceremiyor. Çünkü artık eskisi gibi çaresiz bir genç kız değil, tam tersine güçlü bir iş kadını oldu. Bunun da ona bir avantaj sağlayacağını düşünüyor. Rakibesi ise tam tersine ikili bir oyun sergiliyor. Ona karşı başka, aileye karşı farklı görünüyor. Bu da Marni'nin bu olayı ortaya çıkartması için gereken gayreti göstermesine neden oluyor. 




İşin kötü yanıysa, Marni bu gayreti gösterirken, bir anda başına gelen talihsizlikler sonucunda lisedeki görünümüne geri dönmek zorunda kalıyor. Bu onu gün geçtikçe moralmen yıkıyor. Yıkımın üzerine başına gelen talihsizlikler serisi, mutlu gittiği aile ziyaretini, çekilmez bir sürece dönüştürüyor. Güçlü kadın ve çaresiz genç kızın arasında sıkışıp kalıyor. 


Tabii problemlerle yüzleşen tek kendisi değil. Bunların başında rakibesi Joanna var. Karanlık geçmişini saklayabilmek adına her şeyi yapıyor. Ne de olsa her genç kızın hayal ettiği mutlu sona yaklaşmasına çok az kalmış. Bu mutlu son yaklaşırken, olumsuz şeylerin ortaya çıkmamasını istiyor. Ama ne mümkün! Geçmişin gölgesi sürekli yüzüne düşüyor. 




Filmin ana ikilemlerinden biri de Marni'nin annesi Jamie Lee Curtis'in canlandırdığı Gail ve Joanna'nın teyzesini oynayan Sigourney Weaver'ın canlandırdığı Ramona karakterinin de, lise yıllarında bir olay yüzünden düşman olmaları... Senelerin geçmesine rağmen, bu rekabet hala devam ediyor. Gail, okulun popüler kızıyken, bir aileye sahip olarak meydan okurken; Ramona ise okulda Gail'in en yakın arkadaşı olmasına rağmen, onun ağırlığında ezilen fakat bu yükün altından oteller zinciri kuran zengin bir iş kadınına dönüşerek rakip oluyor. Böylece iki kadın arasında da düğün evrelerinin hepsinde bir rekabet ortaya çıkıyor. Bir nevi onlar da birbirleriyle yüzleşirken, yaptıkları hataları görmeye başlıyorlar. 




Tabii bu ikilemlere başka bir örnek daha verilebilir. Lakin yine de filmin sonundaki sürpriz olarak o da sizlere kalsın diyorum. Bu çekişmelerin arasında erkekler bir nevi figüran durumunda kalıyorlar. Çünkü anlam veremiyorlar. Tıpkı gerçek hayattaki gibi. Kadınlar sürekli birbirleriyle rekabet ederken, erkekler kendi aralarında uzlaşmacı tutum içinde oluyorlar. Ne de olsa kadınlar, diğer kadınları çekemez. Aksini iddia eden varsa yalan söylüyordur. 


Baş rolümüz Marni, bu mücadeleyi verirken, lisedeki aşık olduğu adam ile de karşılaşıyor. Böylece onun yanında kendini kasılıyor. Çünkü hata yapmaktan korkuyor. Ne yazık ki her yaptığı hamle bir felakete dönüşüyor. Felaket de komik durumlara vesile oluyor. 




Hafif, zaman zaman yüz gülümseten bir komediye ihtiyacınız olursa, You Again iddiasız bir seçenek olabilir. Çok büyük ümitlere kapılmazsanız, keyifli dakikalar sizi bekliyor. 






Marni: I got to admit, the first few rounds went to Joanna. She played some very good hands. Very good, but I'm glad. It made me realize that we have to take it a step up. Take it to a whole new level. 
Ben: Whoa. "We"? No, she's your arch nemesis. I'm not going to be part of your evil plan to bring down Joanna. 
Marni: I'll give you 20 bucks. 
Ben: Done. 


26 Kasım 2011 Cumartesi

Immortals



Gün geçmiyor ki, yeniden Yunan mitolojisinden bahseden yeni bir film çıkmasın. Immortals da bu mitlerden beslenen bir film. İzleyicilerine bolca aksiyon vaat ediyor. Tabii bunun yanı sıra estetik kaygılarım da var diyor. Bu yüzden de insan kendini izlememek için zor tutuyor. Zaten ben de şahsen tutmadım. 


Immortals, The Cell ve The Fall filmlerinin yönetmeni Tarsem Singh'ın yeni filmi olmasıyla da heyecan yaratan başka bir etken. Ne de olsa her iki filminde de estetik kaygılarını devam ettirerek, sinemanın öncelikli olarak görsel bir sanat olduğunu hatırlatıyor. Bu yüzden de ilgi çekicliğini hiç yitirmiyor. 




Filmimizin konusu ise mitolojik filmlerde pek sık görünen konulardan birisi denilebilir. Tanrıların Titanlarla olan savaşı sonrası, Tanrılar kazanarak, Titanları bir tapınağa hapsetmişlerdir. Bu tapınağın kilidi sadece Tanrısal bir güce sahip olan Epirus Yayı sayesinde açılacaktır. Böylece Titanlar serbest kalınca, insan ırkı Tanrılara karşı savaş açabilecektir. Hyperion isimli barbar bir ırk ise Epirus'un yayına ulaşıp, Tanrılara savaş açmak istiyordur. Bu yüzden de önüne gelen her köyü yağmalıyorlardır. Bu köylerden birinde Theseus isimli bir genç vardır. Zeus'a göre insanların kumandanı o olmalıdır. Çünkü ondaki irade kimse de yoktur. Hyperion kralı, Epirus'a ulaşmanın tek yolunun bakire kahin olduğunu düşündüğünden, onu ele geçirmeye çalışır. İyiyle kötünün mücadelesi yine nefesleri keser. 




Tarsem Singh, filmin içinde oluşturduğu renk paletiyle, kullandığı slow motionlarla etkileyici bir tasarım yapıyor. Genelde canlı renkleri tercih eden yönetmen, bu sefer taraflara göre şerbet vererek, kötüleri koyu renkleriyle, iyilerin parlak zırhlarını, kadınların kırmızı renkli cübbeleriyle birleştiriyor. Bu renk uyumu filme ayrı bir anlam katmayı başartıyor. 


Bunun dışında sinemada bir farklılık yaratarak, şu ana kadar görmediğim kadar ezik Tanrıları yaratmayı başarıyor. Bu kadar çaresiz Tanrıların olduğu bir film daha önce izlememiştim. Bir nevi Tanrıları insanlaştırarak onlara karşı empati kurmamızı sağlamaya çalışsa da, biz yine de bu değişime alışkın değiliz. Bu yüzden de Tanrıların dayak yemesi seyirciyi şoka uğratabiliyor zaman zaman. Titanlara karşı bariz bir şekilde çaresiz kalıyorlar. Tanrılara acıyacağım durumların olacağı, daha önce söylense belki inanmazdım ama bu filmde bariz bir şekilde görme imkanı buldum. 




Filmin bariz bir şekilde açık ara en iyi oyuncusu Hyperion kralı rolüyle Mickey Rourke... Rolüne o kadar iyi giriyor ki, sanki kötülüğün ayaklandığını hissediyorsunuz. Tek başına korku salıyor. Hatta Tanrılardan daha ürkütücü bir hal alması, filme değer katıyor. Özel tasarım miğferi ise başlı başına yaratıcı bir tasarım örneği. Filmin gerilim unsurunu tek başına üstlenmesi onun küllerinden doğan kariyerine iyi bir performans olarak ekleniyor. Kimbilir belki de Wrestler ile yapamadığını, ileride başka bir filmle yapar ve çok hakkettiği oscarına bir gün kavuşur. 


Filmin en büyük falsolarından biri ise klasik Hollywood klişelerine zaman zaman yenik düşmesi denilebilir. Örneğin vahşi bir savaşın ortasında, darbe alan kızına yardım edip onunla ağır bir şekilde konuşması, film içi gerçekçiliğine damga vuruyor. Bu yüzden de ne kadar gereksiz bir hareket bu diyebiliyorsunuz. Bunun yanı sıra, rahibin peşinden gidip, tuzağın içine bile bile düşen adamlarımız mantıksızlığın kitabını yazarak yersiz kimi hareketlerini tekrarlıyorlar. 




Koreografiler harika hazırlanmışlar. Bu estetik tutumun sonucunda dövüş sahnelerinin görselliği daha izlenebilir kılınmış. Yan açıdan çekilen kimi savaş sahneleri, zaman zaman Oldboy'u hatırlatsa da, bu açı sanırım dövüş sahneleri için en ideal açı olarak yorumlanabilir. 


Frieda Pinto, tüm güzelliğini cömertçe sergilerken, yeni süperman Henry Cavill de yeni aksiyon starı olabileceğini gözler önüne seriyor. Filme uyum sağlayarak, filmin içindeki rolüne kolayca bürünebildiğini gösteriyor. Stephen Dorff ve John Hurt ise ortama performanslarıyla durumu idare ediyorlar. 




Filmin en önemli özelliklerinden biri de, şiddet ve kandan kaçınmaması olarak değerlendirilebilir. Çünkü genelde bu tip filmlerde, tepki çeken kısımlar olabiliyor, özellikle de ana kitle Amerika'daki seyircilerse...


Hikaye olarak çok fazla söz söyleyemese de, kafa boşaltıp aksiyona gömülmek isteyen seyirciler için birebir... Singh'ın estetiğini sevenlere önerilir...




25 Kasım 2011 Cuma

Snowtown



İnsanlar çocuklarının en iyi şekilde büyümesini isterler. Bu yüzden de en iyi koşulları sağlamaya çalışırlar. Ancak yalnız bir anne söz konusuysa, bu koşullar kolay kolay sağlanamaz. Sağlanamayan koşullar da sürekli tehlikelerin yakınlarında olmasını sağlar. İşte biz de bu tip bir durumla karşı karşıyayız. 


Sinemada zaman zaman yer alan, ancak pek de cesaret edilemeyen bir konudur pedofili ya da diğer adıyla sübyancılık... Snowtown ise anzak filmi olmanın kökleriyle cesurca yaklaşıyor bu konuya. Üç çocuklu bir ailenin büyük oğlunun gözüyle seyirciyi hikayesine davet ediyor. 




Snowtown'ın konusuna geldiğimizde ise; filmimiz çarpıcı bir şekilde başlıyor. Evin annesi çocuklarını karşı komşularına emanet ediyor, böylece çocukları evde yalnız kalmayacaklardır. Ancak komşu çocuklarla ilgilenirken, onları kullanmayı tercih ediyor. Cinsel tacizlerde bulunuyor. Bunu duyan anne çılgına dönüyor. Mahalle içinde örgütlenen bir gruba baş vuruyor. Bu grup sübyancıları bir pislik olarak görerek, onları cezalandırma misyonunu yükleniyor. Bunun üzerine sübyancılara karşı bir savaş açılıyor. Ancak uygulanan yöntemler şiddetin üst seviyelerine ulaşıyor. 




Bu rahatsız edici Avustralya filmi, son derece rahatsız edici bir konuyu işliyor. Filmin içinde kullanılan her öğe filme ayak uydurmayı tercih ediyor. Böylece tamamiyle rahat izlenemeyen bir film ortaya çıkıyor. Kullanılan kamera açıları, girişten itibaren kullanılan müzik kullanımı, tekinsiz oyunculukları da düşündüğümüzde, işin içinden çıkılmaz bir atmosfer filmiyle karşılaşıyorsunuz. 


Son derece rahatsız edici sahneler mevcut filmin içinde. Örneğin her ne kadar günümüzde dizilerden tacvüz sahnelerine alışsak da, bir nevi oğlancılık yapılmasına, yani bir erkeğin başkasına tecavüz etmesini içeren bir sahne var. Bunun dışında masum bir köpeğin katledilmesi, kanguruların kesildiği sahneler, klasik film seyircisine zor anlar yaşatabilirler. Bu yüzden filmi izlemeden bu satırlara kulak vermenizde fayda var diye düşünüyorum. 




Aile içindeki ilişkiler son derece bunaltıcı anlara sahne oluyor. Çünkü ilişki düzeyi tam olarak anlaşılamayan John karakteri, bir nevi baba rol modeli şeklinde filmde varlığını sürdürürken, annesinin erkek arkadaşı olarak kabul edilebilir. Ancak bir yandan da koruyucu melek görevini de yerine getirmeye çalışıyor. Ancak bu karakter o kadar karanlık tasarlanmış ki, yüz ifadelerinden ürperti duyuyorsunuz. Uyguladığı baskıcı tutum, seyirci dahil herkesin gerilmesine neden oluyor. Bu da filmin bir nevi psikolojik gerilim atmosferine katkıda bulunuyor. 




Başrol olarak tabir edebileceğimiz Jamie karakteri, son derece sünepe, güçlü fiziki görünüşüne rağmen son derece kırılgan yapı içerisinde bir karakter. Bu yüzden de tecavüzlere karşı koyamıyor. Her türlü zorlamayı kabullenmek zorunda kalıyor. Baskıcı tutumun onu ele geçirmesine mani olamıyor. Bu sönük kişilik özellikleri sonucunda zorla canavara dönüşmesi sürecini izlemekle yetiniyoruz. Çünkü kendi insiyatifini kullanamayan bu karaktere, belki de kimse yardımcı olamıyor. Bu çaresizlik de seyirciyi gerdikçe geriyor. Hatta bazı tavırlarından dolayı çocuğun gizliden gizliye eşcinsel olabileceği düşüncesi de hikayenin alt metninde saklanan gizlerden sadece biri olarak kabul edilebilir. 




Sonuç olarak insanı an ve an gerilimi üzerinde hissedeceği bir filmle karşı karşıyayız. Bunun sonucunda da insani değerlerin yok sayılmasına tanıklık etmekle yetineceğiz. Çaresizliği hissetmek bu filmi izlerken, en çok hissettiğimiz duygulardan biri olacak ki, her mideye uygun bir film olduğunu söyleyemeyeceğim. 


Sert, acımasız, tahammülü zor olan filmleri sevenlere ve gerilim meraklılarına tavsiye edilir. 





















24 Kasım 2011 Perşembe

Black (2005)



İnsanların görmekten hoşlanmadığı, ya da gördüklerinde parmaklarıyla gösterdikleri kişiler vardır. Bu kişilere engelliler diye isim takarlar. Halbuki bilmezler ki, onlar da senin benim gibi insandırlar. Sadece onlara da diğerleri gibi davranılmadığından kendilerini farklı bir yalnızlığın içinde hapsedilmiş hissederler. Bunun sorumlusu da insanlardır, onlar değil. 


Bu yüzden olsa gerek. Sinemadaki sınırsız hayallere sahip bazı uzuvlarından, duyularından yoksun insanların yaşama tutunuş hikayeleri son derece ilgi uyandırır. Kimileri kabaca sakat filmi izlemem der. Kimileri anne sıcaklığı ile acıma duygusuyla yaklaşır. Belki de onlara sadece insani bir yaklaşımla yakınlaşmak en doğrusudur. Black de öyle bir film aslında, bana insan gibi yaklaşın, başka türlü değil diyor. 




Konumuza gelelim. Michelle, doğuştan kör ve sağır olarak doğmuştur. Bu yüzden de hayata yaklaşımı farklı olur. Diğer insanlar gibi istediklerini söyleyemez, kendini ifade edemez. Belli bir yaşa kadar da her şey denense de kızı anlayamadıkları için insanlık dışı davranılmaya devam edilir. Ancak bir gün son umut olarak kızı eğitmek için, radikal yöntemleri olan öğretmen Sahai'yi bulurlar. Onun özelliği hiçbir zaman vazgeçmemesi ve imkansıza inanmamasıdır. Bu son umut gibi görünen adam, evin sahibi, aynı zamanda da Michelle'in babası Paul tarafından hoş karşılanmaz ve evinden gitmesini ister. Bu sözün ardından iş seyahatine gider. Ancak Sahai inatçıdır ve kızın dilinden ancak o anlar. Babası gelmeden kızı eğitmesi için 20 günü vardır. 




Bir nevi başarı hikayesi diyebileceğimiz bir filmle karşı karşıyayız. İnsanlara kolay gibi görünse de, hem kör, hem sağır olmanın ne denle zor bir şey olduğunu, film tüm çıplaklığı ile gösteriyor. Öyle ki bazı durumlarda kıza acımadan edemiyorsunuz. Ancak onun dilinden konuşulduğunda aslında yapılan şeyin bir mucize değil, bir gereklilik olduğu ortaya çıkıyor. Bu da doğru eğitim olgusuna parmak basılmasını sağlıyor. Ne de olsa insanlar aynıdır, fakat farklı eğitilebilirler. Bu film de bir nevi bunu gösteriyor bizlere...


Filmin içinde yer yer abartılı oyunculuklara rastlıyoruz. Ancak bunun yanı sıra yıllara yayılan kurgusunda film, kendi gerçekliğini yaratmaya çalışıyor. Bu gerçeklik zemini üzerinde, mümkün olanları canlı kılmasıyla takdiri hak ediyor. Gerçi bazı yerlerde kurgu uzuyor, ancak seyir zevkinden çok fazla kayıp yaşamıyor. Tabii günümüzdeki tekrarlar yıpratıcı öğeler olsa da, bu öğelere etkileyici bir atmosfer kurarak yanıt veriliyor. Böylelikle denge tutturulmuş oluyor. 




Black bir nevi başkaldırı da denilebilir. Çünkü kimsenin olamaz dediği bir olayı gerçekleştiren gerçek insanları konu ediniyor. Hint sinemasının bilinen şamatasını bir kenara atarak sağlam bir dramatik yapı kurmaya çalışıyor. bu çabanın karşılığını da Hindistan'ın en prestijli festivallerinden biri olan Mumbai ve Delhi'de aldığı ödüllerle kanıtlıyor. 


Hikayeye farklı açılardan da bakmak lazım. Çok fazla değinilmese de, uzaktan yaklaşılan bir yan hikayemiz de var. Sağlam kardeşin, duyularından yoksun kardeşini ölesiye kıskanması mevzu söz konusu... Hatta bu yüzden yer yer ailesine ve kızcağıza laf geçirmeyi ihmal etmiyor. Çünkü küçüklüğünden beri onun gibi bir kızın zor durumdan gelip yaptığı her hareketin başarı olarak kabul edilmesi, sağlam kardeşin kıskançlık krizlerine girmesini sağlıyor. Onun başarıları ikinci planda tutuluyor. Ailesine karşı bir tutum içine gireceği, yerine suçlu olarak gördüğü ablasına yükleniyor. Nitekim ablası onun için hep en güzelini düşünecek kadar temiz kalpli bir kız...




Öğretmenin bakış açısıyla bakıldığında da inanılmaz bir fedakarlık hikayesi ortaya çıkıyor. Bir kişi ömrünüzü harcar mısınız? O filmde bir nevi harcıyor. Öğretmenlik onurunu dahi, öğrencisi için feda ediyor. Bu bir nevi mesleğine aşkla sarılmış bir adamın da hikayesi denilebilir. Bu dokunaklı hikayenin belki de en can acıtan noktası da bu olsa gerek. 


Filmin a yüzünde kör ve sağır bir kız varsa, b yüzünde de Alzheimer ile mücadele eden bir öğretmen var. Bu konuyu da pararlel olarak işleyerek, filmin tek bir yerde tıkanmasına imkan vermiyor. Hatta Alzheimer'lı, savunmasız hastalara karşı yapılan kötü muameleyi eleştirmeye çalışıyor Black... Bunun içinde zincir gibi temelinde köleliği, mahkum olmayı, özgürlüğün kısıtlanması gibi şeyleri sembolize eden unsurları kullanıyor. Hatta kendine göre de tavrını koyarak, bu tutumlara karşı koymaya çalışıyor. 




Sonuç olarak duygu sömürüsüne yer vermeden, insanların duygularıyla oynamayı başaran bir filme tanık oluyoruz. Bu da son derece zor bir olay. Arada farklı ülkelerin sinemalarına göz atmak için iyi bir seçenek olabilir. Black kendine özgü sinemasıyla denenebilir bir seçenek olarak göze batıyor. 






Michelle McNally: For me every drop of water is an ocean.




***


Debraj Sahai: The alphabets of the world start with A, B, C, D, E but yours start with B, L, A, C, K... Black.




22 Kasım 2011 Salı

Les Petits Mouchoirs (2010)



İnsanın en önemli şeylerinden biri arkadaşlarıdır. Hatta insanların kişiliğini dahi etkileyen şeylerden biridir. Çünkü arkadaş bir nevi sizi şekillendiren bir şeydir. Arkadaşlarınız mutluluk kaynağınızdır. Belki de arkadaşları anlatacak çok da kelime yok. Biz sadece kenarından bu olguyu yazmaya çalışıyoruz. 


Les petits mouchoirs de bir grup arkadaşın hayatını anlatan bir film. Fransızların son yıllarda zaman zaman çıkardığı garip mizah anlayışlarından biriyle karşı karşıyayız. Mizah derken dramatik anların da ağır bastığı bir komedi anlayışını filmin içerinde görme şansı bulabiliyoruz. 




O halde filmin konusuna değinelim. Ludo isimli bir adam, motorsiklet kaza geçirir. Yakın arkadaşları onu ziyarete gelirler. Durumu kötü haldedir. Her yerinde sargı, kırık, morluk vardır. Yüzünün bir kısmı dikişlidir. Arkadaşları ise hayatlarına devam etmeyi tercih ederler. Hep beraber tatile çıkmaya karar verirler. Bu gelenekselleşen tatil, bazı sorunları beraberinde getirecektir. Çünkü mutlu görünen herkesin, aslında diğer arkadaşlarına anlatmadığı sorunları vardır. Bu sorunlar da bir nevi tatili kabusa çevirecektir. Birbirlerine söyledikleri yalanlar tek tek ortaya çıkmaya başladıkça, çekilmez bir tatil onları bekler. 




Öncelikle cidden konusunu okuduğunuzda şaşırabilirsiniz. Bir grup insanın en iyi arkadaşları felaket bir kaza geçiriyor. Onlar da bunu kutlarcasına tatile çıkıyorlar. Hem de her seferinde bu arkadaşlarının geldiğini bilerek bu geleneğe devam ediyorlar. Bir nevi o da bunu isterdi anlayışı içinde etken olsa da, hiç kimse böyle bir durumda sevdiklerinden uzak olmak istemez. Bu yüzden de insan bu bir arkadaşlık filmi mi, yoksa kendini kandırma filmi mi kestiremiyor. 




Filmin içerinde çeşitli çatışmalar hakim. Örneğin tatilin yapıldığı evin sahibi Max, zengin bir adam. Arkadaşlarının masraflarını karşılıyor. Ancak bir o kadar da çekilmez, huysuz bir adam görünümünde yer alıyor. Bunun en büyük nedenlerinden biri de, yakın dostu Vincent'ın onu tatil öncesinde yemeğe davet edip, bir sıkıntısını anlatması... Sıkıntı derken mali falan diye düşünebilirsiniz. Fakat öyle bir şey değil. Vincent, Max'e karşı hayranlık duygusuyla dolu, yaptığı her hareket onu mutlu ediyor. Ancak bunu ifade edemediğinden eşcinsel konumuna düşüyor anlatırken, evli ve çocuğu olan Vincent'ın düştüğü durum tam olarak içler acısı olarak nitelendirilebilir. 




Marion Cotillard'ın karakteri ise ıssız kadın profili oluşturuyor. Ne kimseye bağlanıyor, ne de birlikte olabiliyor. Üstelik sakladığı küçük bir sırrı var. Bu yüzden de devamlı depresif durumda, bir anı diğer anını tutmuyor. Hatta son olarak takıldığı bir sevgilisi, tatili ziyaret edince bir nevi mutsuzluğa kapılıyor. 


Diğer iki karakter de aşk acısı çeken tipler... Birisi on yıl emek verdiği sevgilisinin başka bir adamla evlilik kararı almasını yediremiyor. Bu yüzden de sürekli onu düşünürken, diğer karakter Eric ise önüne gelen her kadınla yattığı için, onu gerçek sevgiyle seven kız arkadaşı daha fazla dayanamıyor ve onu terk ediyor. Eric bu durumla yüzleşmekte zorluk çekiyor. 




Bu ve bunun gibi durumların sonucunda saklanan ruh halleri, sırlar tatilin içinde patlak veriyor. Bu kırılma anından sonra dürüstlük, arkadaşlık kavramları sorgulanmaya başlanıyor. Gerçek arkadaş nasıl olabilir. İnsanlar iyi günlerinde, kötü günlerinde birbirlerine nasıl destek olabilirler şeklinde belli bir çatışmanın içinde kendimizi buluyoruz. Bu çatışmanın içinde ise saf arkadaş sevgisini ortaya koyan tek bir karakter var. O da adamsı bir yerde yaşayan yaşlı Jean Louis... Tüm maddi sorunlarına rağmen arkadaşları için yapamayacağı şey yok. Hatta ölüm döşeğindeki Ludo için bile koşturuyor. 




Bir anlamda komedi gibi görünse de, hallice bir drama olan Les Petits Mouchoirs, kadınların aile ortamları, aşk ilişkileri hakkındaki film zevklerine hitap ediyor. Fransızların garip espri anlayışlarını bizlere sunarken, çaktırmadan drama sosuna abanıyor. Bana kalırsa ortalama bir filmden öteye gidemiyor. Ancak çok sevenleri olduğu gibi, sevmeyenleri de olacaktır. Ne de olsa bu tip filmler arada bir çıkar ve seyirciyi ikiye böler. 


Fransız aile ve arkadaş filmlerini sevenler için...