Son yıllarda ortaya çıkan krizler, insanların canını çokça yaktı. Bunun neticesinde de bir sürü aile dağıldı. İnsanlar işlerini kaybettiler. İşte bunun gibi olumsuzlukların perde arkasındaki temel sorumlular, para ile oynayan insanlardı. Bir nevi kıyamete sürüklenen para piyasası üzerine, distopik bir dünya içerisinde geçen hikayesiyle "Cosmopolis", bu dünyanın dili olmaya çalıştı. Don DeLillo'nun romanından beyaz perdeye uyarlanan bu roman, belki de günümüz insanın nasıl bir noktaya ulaşacağını gözler önüne seriyor.
David Cronenberg, bu karanlık geleceği fark etmiş olacak ki, kitabı filme uyarlamış. Kitabın yapısına baktığımızda ekonomik krizin insanlara zarar verdiği bir dönemde ana karakter Eric Packer'in limuzininde yolculuğunu izliyoruz. Filmin çoğunluğu bir limuzinin içinde geçiyor. Limuzine binen değişik simaları tek tek görüyoruz. Kimisi bir bilgisayar dahisi, kimisi bir fahişe... Eric'in temasta olduğu kişileri, ofisi gibi kullandığı limuzininde konuk ediyor. Belli ki günümüz insanın yaptığı da bunun gibi bir şey olsa gerek. Odasına kapanıp, bilgisayar başında kendi hapishanesinde esirleşiyor. Bunun sonucunda internetin verdiği imkanlarla hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını fark ediyor.
Filmin konusuna değinmiş gibi olsak da, yine de olabildiğince yalın bir şekilde anlatayım. Film Eric'in saçını kestirmek için yola çıktığı berber dükkanına ulaşma serüvenini anlatıyor. Bu kadar basit işte. Limuzini olayların çıkmasından dolayı yoğun trafiğin ortasında sıkışıyor. Böylece gün içerisinde farklı kişilerle temas halinde olmasını sağlıyor.
Bu insanların en önplana çıkanları yeni evlendiği karısı Elise ve Eric'in güvenliğinden sorumlu koruması Torval... Eric'in ilişkisi tam anlamıyla bir muamma... Karısıyla zengin babası yüzünden evlenmiş ve buna evlilik adı verilmiş. Halbuki Elise kendi buhranlarını içinde barındıran ve özgür olmak isteyen paranoyak bir genç kız... Eric'i kocası olarak biliyor ama ona yüz vermekten kaçınıyor. İlişkileri tam anlamıyla muallak... Belki de gelecekte günümüz ilişkilerinin alacağı durumu yansıtan bir tablo... Sonuçta kaç kişi doğru insanla evleniyor ki?
Torval ise son derece işine düşkün ve her şeyini Eric'i korumaya adayan bir karakter... Bu yüzden de zaman zaman sinir bozucu olabiliyor. Bu yüzden de Eric dertli... Onun sürekli babasıymış gibi onu koruması canını sıkıyor. O özgür olmak istiyor. Tıpkı bir çocuk gibi... Bu yüzden de aklına gelen her türlü şeyi yapıyor. Önüne gelenle sevişmek istiyor, insanları öldürmek ve hatta ölmek istiyor. Paranın sahip olduğu her şeye sahip... Bunca paraya rağmen özgür değil. Tehditler alıyor. İşte bu yüzden de mutlu olacak bir şeyleri araştırıyor. Bağlanacak bir dalın peşinde...
Sokaklarda kaos hakim... İnsanlar bir şeylere zarar vermek istiyorlar. Ancak en çok da düşüncelerini dile getirmek istiyorlar. Böylece mesajlarını iletip kendilerini önemli hissedecekler. Ya da sisteme karşı kendilerince bir darbe vurabilecekler. Krizin yarattığı boşluk sonucunda işsiz kalan bu vatandaşlar öfkeliler ama yine de en temelinde kendilerinde bir boşluğu doldurup yalnızlıklarını dindirmek istiyorlar.
Ölüm artık bir korku nesnesi değil. Tam tersine yaşamak için bir neden halini alıyor. Ancak bunu hiçbir insan itiraf edemiyor. Bu yüzden de rutin bir şekilde sağlığına dikkat ettiren, adeta tarattıran bir ana karakterin, korkuyla imtihanına tanık oluyoruz. Sağlıklı olmaktan çok, sağlıklı olmayı duymayı seven bir insanın prostatının asimetrik olduğunu öğreniyoruz. Bu bilgi belki çok gereksiz ama onun için sağlık kontrolü yaptırmak için yeni bir neden halini alıyor.
Film temelinde insanların yaratıcılıklarının ölmesi, dahilerin bile zamanla yozlaşan düzene ayak uydurmasını anlatmaya çalışıyor. Sözlerini görsellikle değil de, sözleriyle vermek istiyor. Bilhassa son dakikalarında amaçlanan mesajlar yerlerine oturtulmaya çalışılıyor. Tabii bunca kaosun içinde bu mesajlar da yok olup gidiyor. Doğa yok olurken, dengeler de alt üst oluyor.
Cosmopolis, beklentileri çok arttıran ama bunları yeterince karşılayamayan bir film. İnsanda bitmemişlik hissi uyandırıyor. Bunun neticesinde bir insanın tek gününe yoğunlaşırken, aslında sinemasal durgunluğun hakim olduğu tatminsizlik hissini içeriğinde barındırıyor. Distopyanın verdiği karanlık atmosfer, kötücül hayal gücü filme ton olarak katkı sağlarken, tempo bakımından sığ kalıyor. Söylediği sözler bazı yerlerde o kadar yerindeyken, bazen de olabildiğince yersiz kalıyor. Yıldızlarla dolu oyuncu kadrosu ise bir nevi podyumlaştırılan bir sinema sahnesine tanıklık ediyor.
Fareler de bir nevi sembol gibi lanse ediliyor bu evrende. Fareler para olsaydı, kimbilir nasıl bir dünya bizi beklerdi tezi üzerinden gidiliyor. İlk anda "12 maymun" tarikatinin hatırlatsa da, aslında bir sözden yola çıkılan bir ayrıntıdan ibaret fareler...
Sonuç olarak Cronenberg formdan düştü denilmesine neden olan, sevenin çok seveceği, sevmeyenin de nefret edeceği bir filmle baş başayız. Bana kalırsa film kendi hiçliğinin içinde gömülüp kalıyor. Ne ağlayanı var, ne de hissedebilecek kadar kendini biliyor. Zor kitap, vasat film...
Eric Packer: My prostate is asymmetrical.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder