Bir tiyatro grubunu düşünün. Bir gün film yapmaya karar veriyorlar. Senaryo var ile yok arası... Yaratıcı insanlardan oluştuğuna göre sette de bazı şeyler üretilebilir. Bu yüzden sıkıntıya girmeye gerek yok öyle değil mi?İşte elimizde de tam bu mantıkta çekilen bir film var. Adı da "Monkey Sandwich"...
Dilimize çevrildiğinde bir nevi şehir efsaneleri anlamına gelen bir deyim filmin adını oluşturuyor. Bu deyimin kullanılmasının nedeni ise başlı başına filmin doğaçlama kotarılan senaryosundan kaynaklanıyor. Filmin yönetmeni Wim Vandekeybus, Belçika'nın çok ünlü performans sanatçılarından biri... Tiyatro ve sahne sanatları üzerine belli bir hayran kitlesi var. Kurduğu tiyatro topluluğu kumpanyasıyla hayranlarına unutulmaz anlar yaşatıyor.
Tabii bunun yanı sıra sinemayla birebir sanat açısından ilgileniyor kendisi. Onun için gişesi veya başka şeyler önemli değil. Kendi deyimiyle çok param olsa bu kadar serbest olamazdım diyor. Serbest bir şekilde 12 günde çekilen filmine metaforik bir sürü unsur sindirilmiş durumda olduğundan, sinemaya bir hikaye anlatıcısı olarak değil de, görsel bir algı olayı olarak bakıyor.
Özellikle filmin baş rol oyuncusu Jerry Killick ile kusursuz bir doğaçlama performansı elde ediyor. Usta bu iki sanatçı filmin kendi içinde saklı gizleriyle beraber, hikayeler anlatıyorlar. Ancak hikayeler sözlere fazla dayandığından bir süre sonra sıkıcı bir hal almaktan kurtulamıyor. Özellikle İncil'den yapılar göndermeler olsun, bunları görsel bir şablon üzerine dökmek isterken har vurup harman savurmayı tercih ediyor. Birbirinden garip kadrajların filmde boy gösterdiğini belirtip, bu tip filmin daha psikolojik ve içsel sorunlara değinmesinden dolayı her izleyiciye hitap etmediğini söyleyebilirim.
Özellikle yönetmenin önceki filmlerini izleyenler ne demek istediğimi anlayacaklardır. Daha önceki filmlerinde kendi tiyatroya yönelik performanslarını kameraya kaydedip, bu performanslardan yola çıkan filmler yapan yönetmen, bu sefer içeriğinde bir hikaye anlatan bir şeyler çıkartmak istemiş. Ancak hikaye anlatımı konusunda sınıfta kaldığını söyleyebilirim. herkese hitap etmiyor, içinde barındırdığı sorunları, yeterince seyirciye yansıtamıyor.
Hikayemizin konusu aslında bir oyuna hazırlanış sürecini anlatsa da, filmi iki farklı bölüme ayırabiliriz. İlk kısım hazırlanış sürecini anlatırken, oyuncuların rolleriyle etik bir şekilde hesaplaşmasını izliyoruz. Yönetmenlerine sürekli kaygılarıyla baş vurun bu kişiler, belki de yapılan işe ne kadar farklı perspektiflerden bakılabileceğinin özeti niteliğinde kabul edilebilir.
Filmin ikinci kısmında ise hazırlanan oyunun gerçek mekanlarında, sergilenmesinden çok gerçekleşmesini izliyoruz. Çünkü sahneden dışarı taşarak, bir nevi sahnenin gerçek hayattan daha gerçek olabileceğine vurgu yapmaya çalışıyor. Bu da filmin görselleştirdiği hikayeler topluluğunu gözler önüne seriyor.
Sonuç olarak yönetmenlik bakımından sınıfta kalan bir işle, kurgunun son derece sıkıcılaşmasına tanık oluyoruz. Tamam yeni bir şeyler görmek isteyenler için değişik bir alternatif olmasına olur ama bu filmin bir eziyetten öte olamadığı gerçeğini değiştirmiyor. Belki filmin ilk bölümü devam etseydi, o hikaye daha tutarlı ve sürükleyici olabilirdi, ama onun yerine sembolik anlatıma gidilerek film anlaşılmazlaştırılmış. Bu açıdan da akademisyenler ve sinema yazarları için altın madenine dönüşmüş film. Peki seyirciyi düşünen var mı? Belki de yok. Ne de olsa sanat sanat içindir diyor bu film...