İşte tam da bu noktada bu seferki filmimiz Rum Diary de bu tipte bir yerden bahsediyor. 1960'lı yılların Porto Riko'sunda henüz her yer Amerika tarafından işgal edilmemiş. Bu yüzden de bakir topraklar diyebileceğimiz bir yerlerdeyiz. Ancak burası kaybedenlerin mekanı... Kariyerinde batan insanların sürgün yediği yer burası. Burada insanı tek mutlu eden şey var. O da romları yuvarlayarak kafayı bulmak...
Çok fazla oyalanmadan konusuna geçelim filmimizin. Kemp, kitapları dikkat çekmemiş başarısız bir yazardır. Bu yüzden de Porto Riko'daki gördüğü bir ilan üzerine oraya uçar. İlanda bir gazeteci aranıyordur. Bu yüzden de bu tip bir yerden hem para kazanırım, hem de yeni bir hikayem olur diye düşünür. Kargaşa içindeki bu yere gelir. İnsanlar işsizlikten gösteriler düzenliyordur. Çünkü Amerikalıların gelmesiyle modern makineler gelmiştir. Kemp'i gelir gelmez işe alırlar. Çünkü bu tip bir yerde çalışmak isteyebilecek tek kişi kendisidir.
Alkol sorunu iyice tavana fırlarken, bu ülkede yapılabilen tek şey de içmektir. Bu yüzden alkolü bırakmak için yanlış ülkeyi seçmiştir. Gazetede arkadaş edinmekte gecikmez. Gazetenin fotoğrafçısı Sala ile aynı eve çıkar. Bir yandan da ara sıra uğrayan kafayı yemiş manyak nazi Muborg da yanlarına uğramaktadırlar. Bu üç kafadar batmakta olan gazetenin sonunu beklerken, Porto Riko'da festivallerde eğlenirler, horoz dövüşlerine katılırlar. Kemp'in kafasında ise tek bir şey vardır. Onunla iş yapmak isteyen iş adamı Sanderson'la bir yandan iş yapmak, diğer yandan da sevgilisi Chenault'a aşık olmak... Ancak bu kadar güzel bir kadını elde etmek kolay değildir. Bu yüzden de arkadaşı Sala ile bu cehennemin içinden kurtulmaya çalışırlar. Ancak işler sandıkları gibi yolunda gitmez.
Fear and Loathing in Las Vegas'ın yazarı Hunter S. Thompson'ın romanından uyarlanan filmimiz, yazarın hayatından kesitler sunuyor. Bir nevi alter egosu olan Kemp karakterini garip bir maceranın içine atıyor. Öyle ki, bu şamatalı yerde, iyi giden hiç bir şey yok. Tam bir kabusun içinde yaşıyor. Güzel olan bu ya, daha kötü ne olabilir ki diyorlar her seferinde...
Johnny Depp, yazarın her iki uyarlanan kitabının filminde de yapımcı sıfatıyla yer alarak ve kendini başrole geçirerek bir nevi karakterle kendini özleştiriyor. Genelde alışık olmadığımız kadar insan olan karakteri, absürt mimiklerden sakınmadan canlandırıyor. Malum Johnny Depp deyince aklımıza normal adamlar gelmiyor. Bu adama da tam olarak normal demek doğru olmaz. Ancak yine de günümüz insanlarına benzeyen yapısıyla daha gerçekçi bir karakter denilebilir.
Gerçekçi derken Kemp'i tanımlamamız gerekirse; hayalleri olan ama bu hayallere adım dahi atmayı denemeyen, alkolle kafayı bulmayı yeğleyen, hatta sorunlardan sıyrılmak adına uyuşturucuyu dahi sakınmayan Kemp, insani bir şekilde bir kadına aşık oluyor. Tabii aşık olduğu kadın güzelliğinin dışında, o bölgenin en güçlü adamının kız arkadaşı olması en büyük engeli oluşturuyor. Bununla beraber ona imzalatılan belgelerdeki hiç bir şeye uymayarak işverenlerini deliye döndürüyor.
Bela filmin genelinde konumlanan bir olay... Çünkü bu kadar karışık bir ülkede, biraz olsun dikkatli davranmanız gerekir. Halbuki Kemp ve arkadaşı Sala kesinlikle bu özellikten muzdaripler. Yerli halkın yabancılara karşı saldırgan tutumları bir türlü karakterlerimizin üstünden eksik olmuyor. Buna ek olarak polisle de başlarının derde girmesi, üst üste gelen kazalarla birleşiyor. Bundan da son derece zevkli bir kara mizah ortaya çıkıyor.
Öyle ki ağlanacak halimize gülmeliyiz teması filmin kara bulutlarının içinde yağmura dönüşüyor. Kemp karakterinin içindeki umursamaz ümit, diğer kişileri hareketlense de, kimse Kemp kadar inanışa sahip değil. Bir nevi filmin içinde dibe vurmanın ne demek olduğunu hissediyorsunuz. Çünkü bariz hiç bir şey yolunda gitmiyor.
Temelinde bir nevi dostluk öyküsü diyebileceğimiz bir The Rum Diary... Her şey yok olsa da, ben yaşarım arkadaşlarım var diyerek filmin sonunu getiriyoruz. Bu yüzden de aslında başka filmde olsa ağır drama oluşturulabilecek sahnelerde, zorlama yapmayarak filmin nihai duruşunu bozmuyorlar.
Filmin oyuncu kadrosuna kısaca bakarsak, çok önemli isimlere rastlıyoruz. Johnny Depp'i listeye dahil etmezsek, oyuncuların başında Michael Rispoli kesinlikle çok iyi iş çıkartıyor. Sade oyunculuğu son derece inandırıcı olmakla beraber, filmin egzotik atmosferine de uyumlu. Richard Jenkins çıldırmaya bir kalan bir gazete editörünü canlandırırken, harika performansını kısa da olsa görüyoruz. Giovanni Ribisi ise uç bir yan karakterin getirdiği avantajı iyi kullanıyor. Filmin neşe kaynaklarından biri olarak bazı izleyicilerin favori karakteri olmayı başarıyor. Amber Heard güzelliğiyle, Aaron Eckhart ise üzerine yapışan hep aynı tiplemelerle karşımıza çıkmaya başladı. Bence biraz daha cesaretli rollere ihtiyacı var.
Sonuç olarak 60'lı yıllarda egzotik bir iklimde kaybeden, ama kaybetseler de bundan keyif alan adamların hikayesini izliyoruz. Dozunda mizahıyla, yer yer sağlam oyunculukların ön plana çıktığı film, okyanus ötesinde iyi reklam yapılamamasının kurbanı oldu. Bence yine kurban olmadan filmi bir görün izleyin derim, pişman olmayacaksınız...
Dibe vurup da, ağlamayanların filmine hoş geldiniz...
Not: Tamam beklentileriniz yüksek olmasın. Çünkü beklentileri alçak olan kişiler için tam bir hazine değerinde film... Ne de olsa çok şaşalı bir hikaye barındırmıyor. Bukowski ayarında...
Paul Kemp: Your tongue is like an accusatory giblet!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder