Kült, esas olarak “din” anlamında kullanılsa da, din ve sosyoloji bilimlerinde, çevrelerindeki kültür veya toplumun genel veya anaarterin dışı gördüğü inanç, uygulama veya ibadetlere kendini adamış bir birleşik insan topluluğuna verilen isimdir.

Kitsch, varolan bir tarzın aşağı bir kopyası olan sanatı sınıflandırmak-ifade etmek için kullanılan Almanca bir terimdir.

Klişe (Fransızca: Cliché) uzun süre çok fazla kullanılmış ve artık etkisini yitirmiş ifade, fikir ya da öğelerdir.

30 Ekim 2011 Pazar

Another Happy Day


Herkes mutlu olmak ister. Herkesin de buna hakkı vardır. Tabii bazen işler yolunda gitmeyebilir. Bunun sonucunda da kötü giden şeyler için iyi görünmeye çalışırsınız. Dışarı yansıtmamak için... İşte filmimiz de böyle bir film...

Filmin adından da yola çıkarsak, filmin isminden ironi yaratılmaya çalışılmış. "Another Happy Day", Başka Mutlu bir Gün... Buradan da anlayacağınız üzere aslında film, isminin tam tersi zıtlıklar yaşıyor. Aslında başka boktan bir gün demek istiyor. Tabii ki kibarlığından nasılsın sorusuna iyiyim sen nasılsın cevabını veriyor.


Ellen Barkin'in oynadığı Lynn karakteri, biraz acılı, biraz da sorumsuz bir anne sayılabilir. Her çocuğunda problem var. Uyuşturucu bağımlısı, espritüel oğlu Elliot ve sessiz, otizm belirtileri olan utangaç kardeş Ben ile Lynn, küçüklüğünden beri yanında olmadığı büyük oğlunun evlilik törenine gitmek üzere, Lynn'in annesi ve babasının evinde toplanırlar. Bu düğün arifesinde ailenin diğer fertleri, kardeşler ve onların kocaları, karıları da gelecektir. Ancak bu aile fertleri, Lynn ve acınacak derecedeki çocuklarıyla dalga geçmeyi tercih eder. Tabii bu kişilerin üstüne intihar meyillisi abla Alice ve Lynn'e zamanında şiddet uygulamış olan eski kocası Paul ile Demi Moore'un oynadığı titiz ve kontrol manyağı Paul'un karısı da gelir. Tabii bu kadarı pek karışık gelmediyse, bir de Lynn'in şu anki kocası gelir. Artı ailelerin çocukları da cabası... Bu karmaşık ve sorunlu düğün arifesi, karakterlerin birbirleriyle yüzleşmesiyle iyice içinde çıkılmaz ironik bir hal alacaktır. 

Bir nevi karakter draması diyebileceğimiz film, öyle böyle değil, bayağı ağır bir drama... İnsanların bir nevi sorunlarının çarpışması diyerek de hafife indirgemek istemiyorum ama ciddi bir çatışma var filmin içinde. 


Zaten filmin mizah yönünü ortaya çıkardan karakter de uyuşturucu bağımlısı Elliot... Olaylara ağlanacak halimize gülüyoruz şeklinde yaklaşan Elliot, sivri dili ve zaman zaman çok yerine oturan esprileri ile, bir nevi filmin ağır dramasını yumuşatmak adına elinden geleni yapıyor. Üstelik başarılı da oluyor. Dedesinden aldığı morfin benzeri uyuşturucu maddelerle kafayı öyle buluyor ki, sabahları eti benzi çekilmiş olarak buluyor kendini. Mor bir suratı nasıl açıklayabilirsiniz ki? Bunun üzerine ailesinin makyaj malzemelerini kullanmak gerektiğinde de yakalanıyor ve ailenin maskarası oluyor. 

Bu arada söylemeyi unuttum. Ailenin dedesi de öldü ölecek, bildiğiniz zamanını bekliyor. Ağır hasta durumda. Her şeyi görmezden gelen büyükanne ise Lynn'in hesap sormasına rastlayınca, her zaman yaptığı işi, yani kafasını başka yöne çevirmeye çalışıyor. 

Lynn bir nevi sadece dikkate alınmak istiyor. Zamanında çektiği acılara destek olunmasını istiyor. Ancak aile kesinlikle bu desteği vermeye yanaşmıyor. Bu da yetmezmiş gibi, eski kocasının karısıyla didişmeden bir an bile geçiremiyor. Hatta zamanı geldiğinde birebir kavga ediyor. Üstelik en büyük oğlunu da bu kadının yetiştirmiş olması ve bu oğlanın aralarında en sorunsuz çocuk olması, kendi anneliğini sorgulamasına neden oluyor. 


Geçmişin getirdiği karanlık atmosfer, filmin geneline yansıyor. En neşeli kısımlarda bile, karanlığın nefesini hissetmenize neden oluyor. Neredeyse tam olarak mutlu olan hiç bir karakter yok filmde. Sadece kendilerini kandırıyorlar. 

Mükemmel oyunculukları, sağlam dramatik yapısı, kendine özgü kara mizahıyla "Another Happy Day", bazı izleyiciler için ağır kaçabilir. Fakat çok sağlam bir bağımsız olduğu gerçeğini değiştirmiyor bu. Bana kalırsa bu seneki ödüllerde en azından oyunculuk ödüllerinde adaylıklar almalıdır. Özellikle Ellen Barkin, bildiğiniz döktürüyor. 

Tabii bu filmi izlemek için de bir başka neden, yıldızlarla dolu kadrosu; Ellen Barkin, Demi Moore, Kate Bosworth, Ellen Burstyn, Thomas Haden Church, Ezra Miller...

Bu sağlam dramayı şiddetle tavsiye ederim. Zaten içindeki duygusal şiddeti kendi gözlerinizle hissedeceksiniz...





In Film Nist



Jafar Panahi'nin hikayesini malum bilmeyen kalmadı. Panahi'nin sistemi eleştirmesine katlanamayan devlet, Panahi'yi 20 yıl sinema yapmamaya mahkum etti. Böylece özgür düşünceye damga vuruldu. Panahi gibi ödül canavarı bir sinemacı, bir anda hayatı boyunca yapmak istediği tek şeyden mahrum edildi. 


Tabii seçenekleri yok muydu? Vardı. Ülkeyi terk edebilirdi. Ancak o ülkesini seviyordu. Bu yüzden de başka ülkelerde hasret çekeceğime, kendi ülkemde esaret çekerim dedi. Bunun sonucunda da ülkesinde film yapamayacağı bir konuma geldi. 




Bu belgesel niteliği taşıyan film, ülkeden bir kekin içinde çıkarılarak, Cannes'da ilk gösterimi yapıldı. Onca zorluğa rağmen hala film yapmaya çalışan bir insanın çaresizliğine tanık oluyoruz. Filmin konusu Panahi'nin tıkılı kaldığı evinde ne yapacağını bilmez haline odaklanıyor. Ne de olsa aklında onca proje varken, bu filmleri çekemeyen bir sinemacı o...


Kendince izleyicilerine bir şeyler sunmak istiyor. Bu yüzden de çekemediği filmini, anlatarak aktarmaya çalışıyor. Ancak belli bir noktadan sonra bu filmi anlatmak istediğimde sinemayı kullanırım, böyle anlatmanın ne önemi var gibi bir ikileme düşmesine tanık oluyoruz. Bir nevi bir sinemacının dramını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor bu belgesel. 




Filmin belli bir kısmında belgeselci dostu Mojtaba Mirtahmasb ile yakın dostluklarına tanık olurken, bir yandan da kendi acınacak durumlarıyla dalga geçiyorlar. Günlük yaşantıdaki ilişkilerine belli çerçevelerde tanık olabiliyoruz. 


Film yapmak adına çırpınan bir yönetmenin, cep telefonuyla bile film yapmaya çalışması; apartman sakinleriyle ilişkilerine, o dönemin İran'ına tanıklık ediyoruz. 




Pahani'nin bu acılı sürecinde avukatıyla temaslarına ve hala içinde bir umudunun olduğuna dikkat çekiliyor. Tabii İran adalet sistemine göre böyle bir cezanın en fazla indirilme umudu var. Tamamen kurtulma ihtimali bulunmayan mahkum olma yolunda çaresizce bekleyen bir insanı izliyoruz. Nitekim temyiz mahkemesi de kararı geçtiğimiz günlerde onadı. Bunun sonucunda Panahi'nin cezası kesinlik kazandı. 


Jafar Panahi'in kendi filminden verdiği üzere; çocuğun dediği gibi "Ben oynamak istemiyorum." cümlesi filmin yeterince özetini sizlere sunuyor. 


In Film Nist, bir sinemacının, ona yapılanlara karşı bir protestosu, bir baş kaldırışı olarak nitelendirilebilir. Ne kadar üzülsek de, bir sinemacının yok oluşuna tanıklık ediyoruz. 


Bu belgesel bu sürecin kanıtıdır.











28 Ekim 2011 Cuma

The Tree of Life



Hayat nedir ki? Zaman nedir ki?


Kaybedilen onca şey, kazanılan onca şey... Toplasan değer biçilebilir mi ki?


Belki de hayat, sadece görebildiklerimizdir. 


Her insanın kendi hayatı vardır. Doğumları, büyümeleri, yaşadıkları, yaşamadıkları, duydukları, kokladıkları, anneleri, babaları, kardeşleri, hayvanları, bitkileri, gençlikleri, yaşlılıkları... Herkesin kendine göredir. Ne eksiktir ne de fazla...




Tree of Life; bir ailenin yaşadıklarından kesitler sunar. Sert baba, narin bir anne ve üç erkek çocuk... Doğarlar, büyürler, öğrenirler... Her an ne yapacakları bilinmez. Oynanan oyunlar, kardeşlik duygusu, deneyerek yanılma aşamaları... Hayatın kendi dilinde anlatmaya çalışan bir film...


Terrence Malick, diğer filmlerinde olduğu gibi çok fazla soru sormadan, bu sefer görebildikleriyle hayatı anlatıyor.  Zamanın döngüsüne düşmeden, açık bir çek misali "an"lardan oluşan bir demet sunuyor. İzleyiciler zaman zaman kendilerinden şeyler bulurken, zaman zaman da onlara uzak olan şeylere merakla bakıyorlar. Özellikle de hayatı boyunca betonarme blokların içine hapsolmamış hayatları olanlar... Ülkemizde yapılan filmlerde bazen bu yolculuğa çıkma fırsat buluyoruz. Ancak Amerikan sinemasında bu yolculuk pek rastlanan bir olay değil. Bu yüzden de sırf bu açıdan Malick sineması takdiri hak ediyor. 




Görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki, insanı başka diyarlara götürmeyi başarıyor. Çünkü görüntüleri o kadar iyi ki, insan bakarken büyülenmeden edemiyor. Işığın kullanımı, alt açılar, görkemli kadrajlar... Tek kelimeyle dört dörtlük bir çalışma... Sanki herkes kendi açısıyla başka bir hikayeyi izliyor gibi. Sanki ruh olmuşuz da uçuyoruz gibi. Büyüleyici müzikleriyle de adeta sinemada bir şiir daha yazıyorlar. 


Brad Pitt, baskıcı baba yorumuyla kendi karakterini gerçek bir insana dönüştürüyor. Jessica Chastain sevgiyi anlatan sevgi dolu bir anneyi hissetmemizi sağlıyor. Sean Penn ise biraz vitrin açısından filme koyulmuş gibi. Onun dışında biri de oynasa rolünü sırıtmazdı kesinlikle. Tabii filmin asıl yıldızları, çocuk oyuncular... Gözlerindeki merak, masumluk ve zaman zaman bilge adam edalarıyla insanın onlara aşık olmasını sağlıyorlar. Öyle iyiler ki, bu sene Oscar bu çocuklara dağıtılsa, kimsenin itirazı olacağını zannetmiyorum. 




İnsanın rahimden çıkışı, tarih öncesi zamanlar, dinozorların dönemleri... Hayatın başlangıcı oluşması... Tanrıya karşı sorgulanan inanç... Tree of Life kendi içinde çok sorular soruyor. Ancak bu soruları yöneltmek yerine göstermeyi tercih ediyor. Belki de bu filmi anlatmak yerine izlemek en iyisi... 


Her seyirciye hitap etmeyebilir sineması... Ne de olsa Terrence Malick, kendi tarzını hiç kimseye kulak asmadan yansıtan birisi, sinemanın bir şairi... Onu herkes sevmek zorunda değil. O da zaten bunun farkında... Sinema görselliğini sevenler için bir başyapıt film. Ancak sinemayı diyalog, hikaye bağlamında takip edenler için belki de bir kabus olabilir. Özellikle 139 dakikalık uzun süresi, her bünyeye uygun değil. Bu yüzden de bu yılın en iyi filmlerinden, fakat herkesin sevmeyeceği bir filmle karşı karşıyayız. Kimileri lanet okuyor. Ne anlattı ne oluyor diye. Bazılarıysa hayatı bularak mutlu oluyor. Bu herkesin bakış açısına göre değişir. 




Klasik bir kurgu, şaşırtıcı bir senaryo ve belli kalıplar içinde duran bir film bekliyorsanız, bu film sizin filminiz değil ve uzak durun. Ancak sinemanın büyüsü dediğimiz şeye kapılmak ve görüntü ziyafetine hazırsanız, buyurun içeri, hoş geldiniz...












Mrs. O'Brien: [voice over] The only way to be happy is to love. Unless you love, your life will flash by. 
[silence
Mrs. O'Brien: [voice over] Do good to them. Wonder. Hope. 



27 Ekim 2011 Perşembe

Johnny English Reborn



BBC'nin favori komedi oyuncularından Rowan Atkinson, zaman zaman yaptığı filmlerle dünya genelinde tanındı. Özellikle şu an konu ettiğimiz Johnny English dışında Mr.Bean serileriyle bazılarının çok sevdiği, bazılarının ise nefret ettiği bir oyuncu...

Johnny English ise James Bond filmleriyle dalga geçen bir komedi filmi. Beceriksiz ajan English, sürekli başını belaya sokuyor ve eninde sonunda görevini başarıyla tamamlıyor. Şimdi de yeni göreviyle karşımızda...



Bu seferki filmde Johnny English'i Tibet'in mistik topraklarında buluyoruz. Beş yıl önce batırdığı Mozambik işinden sonra ajanlıktan ayrılmış bir halde buluyoruz. Ancak teşkilat yeni bir görev için en güvendiği ajanına yeniden görev veriyor. Üstelik yanına onu kontrol etsin diye de çaylak bir ajan veriyor. Bu ikilinin türlü türlü absürt maceraya karışıp, yaşadığı durumlar neticesinde büyük tehlikelere atılışını izliyoruz. 

Bu filmde Johnny English Tibet'te ustasından aldığı öğütler doğrultusunda ilerlediğinden daha başarılı bir kahramana dönüşmüş. İlk filmde yaptığı hataların telafi dahi edemezken, bu filmde kararlı, akıllı fakat jetonu geç düşen, fiziksel olarak son derece formda bir ajan profili izliyoruz. 



Fragmanında izlenilen bir sürü komik esprinin yanı sıra, filmin içinde seyirciyi kahkahalara boğacak sahneler doldurulmuş. Böylece bir olsun yüzünüzün mimikleri yerinde durmuyor. Her an değişiyor. Belki eskimiş gelebilir, ancak yine de hala etkisini hissettiren ve belki de özlediğimiz mizahı geri getiriyor. Benny Hill'den gelen bu tip espri anlayışı, başarısız yapıldığında çok kötü sonuçları oluyor. Örneğin sinemamızda maalesef böyle örnekler kaynıyor. Bu film ise bu mizah yönetimi açısından oldukça formda diyebiliriz. 

Yan karakterlerde X Files'ın kızıl afeti Gillian Anderson ve zamanında gerçek bir bond kızı olmuş olan Rosemund Pike var. İki bayan da güzellikleriyle büyülüyorlar. Ancak filmin içinde doğal olarak Rowan Atkinson'ın gölgesinde kalıyorlar. Zaten onların görevleri de bir nevi filme estetik katmak...



Film yer yer kendini tekrar etse de, bir an olsun temposundan hız kaybetmiyor. Bunun neticesinde de bir kahkaha tufanı sonrasında, boşlukta kalmıyorsunuz. Bu yüzden de arada yapılan gereksiz espriler de havada uçup buharlaşıyor. Şunu özellikle belirtmek istiyorum ki, serinin ilk filminden kat kat iyi bir filmle karşı karşıyayız. 

Sonuç olarak keyifli bir vakit geçirmek için birebir ilaç gibi. Özellikle Benny Hill mizahı özleyenlere tavsiye edilir. 



Johnny English: Hand it over, chimp! 






26 Ekim 2011 Çarşamba

Restless



Hatırlar mısınız zamanında Love Story diye bir film vardı. İnsanlar o filmi defalarca izleyip su gibi kızın ölümüne isyan ederken, yalnız başına çaresiz bir şekilde kalan adamın acısını paylaşırlardı. O dönemin en çok sevilen filmlerinden biriydi. Seneler geçti, günümüze geldik. O senaryodan değişen pek bir şey olmadı. Sadece biraz eklemeler geldi. 


Restless, Love Story filminin modernize edilmiş hali gibi. Üstelik bu sefer doğaüstü öğeler de eklenerek filme renk katılmaya çalışılmış. Yalnız tek farkı karakterlerin değişmesi olmuş. O filmin gerçekçiliği varsa, bu filmin de sempatikliği var diyebiliriz. Ne de olsa karakterlerimiz sempatik tipler...




Konu dediğim gibi basit bir konu... Zamanın çoğunu cenazelere gidip, ölen insanları inceleyen Enoch, ailesinin ölümünden sonra teyzesiyle yaşamaya başlamıştır. Ancak bir cenaze töreninde bir kızla karşılaşır. Kız ona özel ilgi gösterirken, Enoch içten içe kızdan hoşlansa da geri çekilmeyi tercih eder. Tabii bazı gerçekler saklanmıştır. Kızımız Annabel, kanser hastasıdır ve yakında ölecektir. Enoch ise ailesini kaybettiği kazadan sonra hayalet arkadaşı Japon kamikazesi Hiroshi ile dostluk etmektedir. Enoch'un Annabel ile geçirdiği sürede, Hiroshi ikinci plana atılır. Ancak sevdiği kaybetme duygusunun ortaya çıkmasıyla birlikte yaşama isyan had safhaya çıkar. 


İlle film benzetmeleri yapmamız gerekiyorsa "Love Story" ve "Heart and Souls" karışımı diyebileceğimiz film, kusura bakılmasın ama pek de bir yenilik barındırmıyor. 




Mia Wasikowska'nın tatlı yüzü hatrına izlenebilecek olan film, son dönemde karşımıza çıkan kanserli kız ya da kanserli erkek filmlerinin aynısı gibi. Bu tip filmlerin genel ortak noktası. Kanserli kişi ölene kadar onunla vakit geçireyim, mutlu olsun şeklinde son günlerini beraberce geçiren gençlerin hikayesi... Tabii hayatta kalan sevgili de, ölüm üzerine düşünen, bu yüzden de arayışta olan kişi olduğunda; kanserli kişinin ölmesi üzerine arayışı sona eriyor. Son derece klişe farkındayım...


Film yer yer sevimlilik katsayısını yükseltip, insanların yüzünde gülümsemeler yaratsa da, genelde kendini fazla tekrar ederek, o sevimlilik imtiyazını fazlaca kullanmış oluyor. Bu yüzden de yer yer sıkıcılaşıyor. 




Yönetmen Gus Van Sant, son dönemde sanatsal filmlere çekmeye başlamıştı. Hatta bunun sonucunu da ödüller almasıyla neticelendirmişti. Van Sant, tam yeni yolunu çizdi derken, klasik anlatımlı sinemasına Milk ile tekrar döndü. Restless de bunun uzantısı bağlı filmlerden biri olarak görülebilir. Belli ki Gus Van Sant, belli kalıplara girmeyi sevmediğinden arada sırada sinema tarzını değiştirebiliyor. Ancak böyle klişelere saplanarak ilerlemesi de, içler acısı maalesef. Belki sevimli bir film çıkarttı ama... Sadece o kadar. Cannes'ın ana yarışma bölümüne davet edilememesinin nedenlerinden biri de belki de buydu. Umarız yeni filminde daha yaratıcı bir yol seyreder.  


Filmin benim açımdan şaşırtıcı yanlarından biri Japon oyuncu Ryo Kase'nin harika ingilizcesiydi. Şahsen ben aksanlı İngilizce bekliyordum. Lakin çoğu Amerikalı'dan daha iyi İngilizce konuşuyordu. 




Filmin daha çok kostüm ve sanat yönetimiyle önplana çıkıyor. Kullanılan kıyafetler gerçekten de çok güzeller, bir nevi sizlere ufak çaplı bir defile sunuyorlar gibi. Sanat yönetimi de son derece incelikli olmuş. Dikkat edilmesi halinde inanılmaz detaylar yakalayabiliyorsunuz. 


Sonuç olarak senaryosu, yönetimi ve görüntüleriyle klişenin ötesine geçemese de, kostüm ve sanat yönetimi açısından izlenebilir bir film. Çok vaktiniz varsa, ya da acıklı ve sevimli bir aşk hikayesine kollarınızı açabilirsiniz. Ancak sadece bu kadar... Daha fazlasını istiyorsanız bu film size göre olmayabilir...


not: Film jeneriği sonunda filmin Dennis Hopper'a adanmış olması da ayrı bir duygulandırıyor insanı.



25 Ekim 2011 Salı

We Need to Talk About Kevin



Her anne - baba çocuğunu sever. Doğal olarak çocuk da anne - babasını çok sever. Ancak bu her zaman öyle olmayabilir. Birbirlerine ne yaptılar diye sorduğunuzu duyar gibi oldum. Belki de bir şey yapmamışlardır. Çocuk kötü tohumdur. Olamaz mı? Bu film biraz da o noktadan çıkıyor. 


İnsanın bilinçaltı düşüncelerini, içsel bunalımını da hesaba kattığımızda son derece karanlık bir tablo bizleri bekleyebilir. Bu olaylardan oluşan travmanın sonuçları, ne yazık ki çok olumlu sonuçlanmıyor ki, bu film de böyle bir travma hakkında...




Eva ve Franklin çifti, İspanya'daki domates festivalinde, tanışıp aşık oluyorlar birbirlerine. Bunun sonucu olarak aşklarının meyvesi Kevın adında bir çocuk dünyaya geliyor. Tabii meyve biraz çürük mü çıktı ne? Çocuk doğduğu andan itibaren annesine bir tavır alıyor. Bebekken annesinin elindeyken ağlarken, babasının elinde susmaya başlıyor. Doğal olarak anne de kendine kasıtlı yaptığını düşünüyor. Çocuk büyüdükçe tavırları iyice düşmanlaşıyor. Eva, kocasına durumu anlatmaya çalışsa da, bir türlü kocasını inandıramıyor. Bunun sonucu olarak da Kevın'ın büyümesiyle beraber anne - oğul arasındaki düşmanca tavır, daha büyük boyutlara ulaşmaya başlıyor. 


Konu olarak çok da farklı bir konu sayılmaz öyle değil mi? Yani anne - oğul arasındaki savaş bir sürü filme ilham vermiştir. Hatta ister istemez Freud düzleminde bakılıyor olaya. Annesine duyduğu ilgi, gittikçe nefrete dönüyor. Ki filmin içinde böyle referanslara sahne oluyor. Örneğin Kevın, odasında mastürbasyon yaparken yakalanıyor. Annesi utanarak odadan çıkmaya çalışıyor. Ancak Kevın tamamiyle istifini bozmadan yaptığı işe devam ediyor. Üstelik artık annesine bakarak yapıyor bu işi. Bilinçaltının direkt dışa vurumu olarak da yorumlanabilecek bu sahne, belki de filmin derinlerine açılan bir kapı gibi. 




Tamamiyle art house bir şekilde çekilen film, zaman zaman video klip havasında ilerliyor. Başın ve sonun önemi yok oluyor. Genç yönetmenlerin çoğunda yaşanan bu tekniğin tecrübeli bir yönetmen olan Lynne Ramsey de cereyan etmesi yeni bir tür denemesi olarak yorumlanabilir. Tabii tecrübe denmişken aslında tecrübeleri uzun bir araya denk geliyor. Ancak uzun bir aradan sonra böyle bir stil denemesi ilginçleştiren bir durum. Zaten bu tarz yüzünden kimi sahneleri algılamakta zorluk çekebilirsiniz. Ne de olsa aniden bir kadın yumruk çakıyor annemize ve hiç bir şey diyemiyoruz. 


Ezra Miller, sanırım ilerleyen yıllarda bağımsız filmlerin kralı olacak gibi gözüküyor. Henüz 16 yaşında ve son derece karakterinin içine rahat girebiliyor. İnsana direkt olarak duyguları geçirebiliyor. Bu yüzden de geleceğin büyük yeteneklerinden biri olarak şimdiden görebiliriz. 




John C. Reilly, aslında pek alışık olmadığı bir rolde. Yani kaç kez onu baba olarak görmüşüzdür ki, devamlı henüz büyüyemeyen yetişkin çocuk rollerini icra ediyor. Sade bir oyunculukla bu rolün altından kalkmayı becermiş gözüküyor. 


Tilda Swinton ise bunalımlı kadınlar üzerine tez yazacak kadar deneyimli bir oyuncu. Nerede yüzdüğünü çok iyi biliyor. Bu yüzden de son derece bilinçli tercihlerle ilerliyor. Annenin yüzündeki endişeyi, çaresizliği iyi veriyor. 




Filmde geçen domates festivalindeki domateslerin rengi, bir nevi kanı simgeliyor. Hatta belki de bu tip bir etkinliğin içinden ancak kana susamış bir çocuk mesajı çıkartıyor film. Evin duvarına sinmiş lekeleri temizlemeye çalışan bir anne, aslında hayatını lekelemeye çalışan bir çocuğun izlerini örtüyor. 


Çocuğun tavrı aslında sadece anneye karşı olan bir tavır değil. Yani babanın saflığından, iyi niyetinden yararlanırken, aslında babasını da sevmiyor. Kardeşine ise tahammül edemiyor. Bu yüzden de kardeşine de zarar veriyor. Tabii buna karşı bir şeyler yapmak isteyen tek kişi anne, bu yüzden anne sanki çocuğunu yetiştirirken oğlundan nefret edişi, onu bu hallere soktu gibi bir görüntü çiziliyor. Aslında şeytanın çocuğu gibi lanse edilen durum, bir nevi bebek anne karnındayken, nefretin ortaya çıkması üzerine, ilginç bir fikir ortaya atıyor. 




Tabii sadece - anne arasındaki gerilimin izlerinden yola çıkmıyor film. Kevın'ın tüm dünyaya nefretine değiniyor. Aynı zamanda bir insanın günümüzde en çabuk popüler olabileceği olayın, cinayet işlemenin olduğunu savunurken; çocukların popüler olmak için her tür akla gelmez olaylara baş vurduğunu gözler önüne seriyor. Bununla beraber son yıllarda artan okul katliamlarına bir göndermenin olduğu apaçık ortada. Şiddet, ister istemez teknoloji, aile içi çatışma ve ünlü olma heveslerinden köklenip dışarı çıkıyor tezini savunuyor. 


Bu kabus gibi filmin herkese hitap etmeyeceğini belirtmek isterim. Sonuçta filmin içinde büyük bir travma yatıyor. Ürkütücü atmosferi, aileye bakış açısı ve temelinde yatan gerçekçi yaklaşımıyla film kendi türünde iyi bir örnek...


Psikolojik gerilim filmlerinden hoşlanıyorsanız, kaçırmamanız gereken bir film...





24 Ekim 2011 Pazartesi

Le Havre



Sinema izleyen insanlar üçe ayrılırlar. Basit filmleri sevenler, karmaşık filmleri sevenler ve Aki Kaurismaki severler... Neden böyle bir ayırım yaptığımı soranlar olacaktır. Neden açık... Aki'nin sineması kalıplara sığmayan bir sinema... Bu yüzden de farklı bir seyirci kitlesi var. 


Aki, yeni filmini filmin adından anlayacağımız üzere Fransa'da çekti. Çünkü filmin konusuna en yatkın yer orasıydı. Belki de Afrikalı mültecilerin en çok göçtükleri ülke olarak Fransa gösterilebilir. Ne de olsa zamanında çoğu yer Fransız sömürgesi olmuştu. Bununla paralel olarak ana dilleri Fransızca olan bazı Afrika ülkeleri, kurtuluşu bu ülkelerde bulmaya çalışıyorlar. Ancak bu sefer durum biraz farklı...




Le Havre'ın konusu, her Aki Kaurismaki filminde olduğu gibi basit... Marcel, ayakkabı boyacılığı yaparak hayatını kazanan bir adamdır. Karısı Arietty ve köpekleri Laika ile yaşamaktadır. Ancak karısının bazı ağrıları nedeniyle karısını hastaneye yatırmak zorunda kalır. Bu yalnız kaldığı sürede Marcel kendine yeni bir arkadaş edinir. İdrissa adında mülteci Afrikalı bir çocuk... Tek hedefi ailesiyle birlikte İngiltere'ye gitmektir. Ancak malum üçkağıtçılar, İngiltere yerine onları Fransa'ya yollarlar. Bunun üzerine ailesi göçmen bürosu tarafından göz altına alınan İdrissa, Marcel'in ve mahalledeki sakinlerin yardımlarıyla İngiltere'ye gitmeye çalışacaktır. 


Aki'nin klasik, kendine özgü mizahıyla süslü bu film, son derece minimalist sanat yönetmenliği, basit kurgusu ve basit senaryosuyla, kafa karıştırmayan, sürprizler vaat etmeyen ama nasıl yapıyorsa sürükleyici ve yüz gülümsetici sinemasıyla seyircileri kalbinden vuran bir film...




Çoğunlukla orta planın kullanıldığı filmde, renklerin pastelimsi tonları modern bir masalın içinde olduğumuzu hissettiriyor. Ancak diğer yönden bakınca ortada bir masal söz konusu değil. Gayet gerçekçilik sizlere sunulmuş durumda. Bu da Aki'nin sinemasının sırrı denilebilir. 


Bir dönem Türk sinemasında çokça yapılan mahalle filmlerine de benzerliğiyle dikkat çeken film, Türk seyircisine çok uzak olmayan bir seyir izliyor. Ne de olsa bizler yardımsever mahalle sakinli filmlere alışkın insanlarız. Filmlerdeki kötü adamlarımız bile zaman zaman sempatik olduğundan, seyircinin kalbinde yer edinmiş bir film diyebiliriz. 




Filmin en büyük sürprizi belki de müfettiş karakteri, son derece gizemli bir karakter aslında, ancak bu gizemi kötü bir yönünü saklamıyor. Tam tersine sıcak bir yüreği saklamaya çalışıyor. Ne de olsa işine bağlı bir adam o. Bu yüzden de prensiplerinden vazgeçen bir tip değil. Bu yüzden de kötü adamı bile iyi olan bir filmle karşı karşıyayız. 


Filmdeki unutulmaz anlardan birisi de Little Bob konseri desek yeridir. Son derece başarılı rock şarkılarına imza atılan bir konserde, barın müdavimlerini izliyoruz. 




Filmde genelde tıkanan olaylara hep basit çözümler aranıyor. Bu yüzden de her insanın anlayabileceği bir kurgu mevcut... Kendine has mizahı yer yer absürtlük derecesine varsa da, bu dozdaki absürtlük her zaman sevilesi olmuştur. 


Eli yüzü düzgün, tatlı, çok şey vaat etmeyen ama küçük insanların büyük bir filmini izlemek istiyorsanız; "Le Havre" sizi bekliyor...









23 Ekim 2011 Pazar

Contagion



Matt Damon, Jude Law, Kate Winslet, Gywneth Paltrow, Laurence Fishburne, John Hawkes, Marion Cotillard, Elliot Gould... Böyle bir yıldızlar kadrosunu görünce insan ne yapacağını şaşırıyor. Ancak bu şaşkınlığı daha da ilginç boyutlara çıkıyor bir süre sonra... Neden mi? Çünkü bir salgın filmi için bu kadro fazla iyi değil mi diyor.


Steven Soderbergh, belli ki Hollywood'un en kendine özgü işlerini yapan yönetmenlerinden biri. Genelde kafasına göre takılan bir filmografiye sahip. Çoğunlukla ne çekmek isterse onu çekiyor. Bu da öyle tipte bir film. Kariyerine bir de virüs salgını filmi eklemek istemiş. Zaten adının geçmesiyle beraber bu yıldızlarla dolu kadronun neden toplandığını anlayabiliyorsunuz. Soderbergh yine bildiğini yapıyor.




Contagion'ın konusuna yönelim. Film tahmin ettiğiniz üzere bir virüsün tüm dünyayı etkisi altına almasını konu ediniyor. Virüs yüzünden insanlar teker teker ölüyorlar. Hatta buna yıldız oyuncular da dahil. Dünya da salgın sonrası olaylara göz atma şansı yakalıyoruz. Üstelik tek bir yerde değil. Birbirinden farklı şehirlerde ve birbirinden farklı insanların bakış açısıyla. Arasında doktorlar, bilim adamları, gazeteciler, devlet yetkilileri, aile babaları, hademeler... vb. gibi örneklerle çeşitleme sağlanmaya çalışılıyor. 


Film, salgının ikinci gününde başlıyor. İlk virüsü kattığı düşünülen kadının bakış açısından olaya giriyoruz. Bunu takiben dünyanın çeşitli yerlerindeki virüsü kapan insanları, ilk belirtilerini tek tek görme şansı yakalıyoruz. Tabii sonrasında da malum ilk ölümler ortaya çıkıyor. Ardından araştırmalar vesayre... Umutsuzluk, kaos ortamı... Bir nevi kıyamet senaryosuyla karşı karşıya geliyoruz. Yani çok farklı bir senaryo yok aslında. 




Soderbergh, elindeki yıldızları bol bulmuş olsa gerek. Filmin içinde bazılarını feda etmekten kaçınmıyor. Yalnız adaletini de takdir etmek lazım. Çünkü neredeyse hepsine eşit süre vermeyi tercih ediyor. Bu yüzden de önplana aşırı çıkan bir oyuncu yok. Zaten bu yol ile amaç tüm insanlara ulaşmak. Tek bir karakter üzerine örülseydi hikaye, o insanın hikayesine dönüşürdü. Bu açıdan da böyle anlatması daha hayırlı olmuş. 


Film atmosfer olarak, kullanılan müziklerin etkisiyle çok fazla etkileyici olmuyor açıkçası. Ancak filmin farkında olmadan psikolojik etkileri var. Yıllar önceki Jaws filminde yaşanan denizlere girememe korkusunu, bu filmde de her yere dokunamama etkisi şeklinde görebiliyoruz. Malum filmde anlatılan şeyler gerçek hayattan çok da uzak şeyler değil. 




Film genel anlamda çok farklı bir şey söylemiyor aslında, genel olarak bilinen şeyleri bir kez daha tekrarlıyor. Örneğin internet gazetecilerinin böyle bir kriz anında en güvenilir kaynak olacağını, insanların onlara inanacağını belirtirken, her kaos ortamında olduğu gibi kurbanlar aranacak, bazı kişiler kendilerini feda edecekler. Bazıları ise kendilerini düşünecekler. Dünyanın kuralı değil mi bu?


Soderbergh yakın bir tarihte sinemayı bırakacağını açıkladı. Yaklaşık 3 - 4 sene içerisinde çekebildiği kadar film çekecek. Belki de bu yüzden farklı türlere yönelecek devamlı. Bu film de o tip filmlerden birisi olarak gözüküyor. Kimbilir belki de ileride bu sözünden cayar. Ancak şu an için öyle bir durum söz konusu...




Contagion, salgının 2. gününde başlıyor. Ve aylar süren bir dönemi anlatıyor. Ancak son kısımları biraz aceleye getiriyor. Filmin süresi bu bakımdan daha uzun olabilirdi. Ancak tekrara gitme korkusu filmi uzatmasına engel olmuş. Bunun yanı sıra filmin son kısmında basit bir kurgu olayı yapılarak tüm film özetlenmeye çalışılmış. Kimilerince yaratıcı bulunsa da bu hareket. Yine de bana göre filmi tamamlayıcı ama şaşırtıcılıktan uzak bir hareket olmuş. Yani sonuç olarak kimilerinin aklında, bunu özetleyebiliyordunuz da, niye bu filmi çektiniz diyenler de hiç az değil. 




Sonuç olarak Contagion, temiz işçiliği, sıkmayan kurgusuyla vasat bir filmin ötesine geçemiyor. Anlattığı şeyler daha önce denenmiş, anlatılmış hikayeler... Hatta o kadar yıldız oyuncu olmadan da film anlatılabilirdi. Tabii onu da filmin tanıtımı olarak kabul edebiliriz. Bu film doksanlı yıllarda yapılsaydı, devrim olarak kabul edilebilirdi. Ancak günümüz için sıradan bir filmden öteye gidemiyor. Salgın filmlerini sevenlere tavsiye edilebilir. Ancak bunun dışında büyük beklentilerle gitmeyin, hayal kırıklığına uğrarsınız...



Dr. Ian Sussman: Blogging is not writing. It's just graffiti with punctuation