Kült, esas olarak “din” anlamında kullanılsa da, din ve sosyoloji bilimlerinde, çevrelerindeki kültür veya toplumun genel veya anaarterin dışı gördüğü inanç, uygulama veya ibadetlere kendini adamış bir birleşik insan topluluğuna verilen isimdir.

Kitsch, varolan bir tarzın aşağı bir kopyası olan sanatı sınıflandırmak-ifade etmek için kullanılan Almanca bir terimdir.

Klişe (Fransızca: Cliché) uzun süre çok fazla kullanılmış ve artık etkisini yitirmiş ifade, fikir ya da öğelerdir.

7 Ekim 2011 Cuma

Essential Killing



Her insan hayatta kalmaya çalışır. Kimisi zor şartlar altında çalışır. Kimisinin durumu iyidir, fakat fazla baskı vardır üzerinde. Onun hayatta kalmaya çalışması da budur. Bazen de tek suçun doğulu olmaktır. Doğulu derken uzakdoğuyu kastetmiyorum. Ortadoğudan, doğunun asi çocuğundan bahsediyorum. Bu film, biraz da bu asi çocuğun içinde hayatta kalmakla ilgili...


Baş karakterimiz belli ki ülkesini işgal eden kişilere karşı savaşıyor. Ya da onun şahsi görüşü bu. Ancak imkanları kısıtlı olduğundan, daha ne kadar direnebilir ki? Düzenli ordusu olan, tam donanımlı askerlere karşı ne kadar şansı olabilir? İşte bu film, birazcık da bu soruyu soruyor. 




Filmin başında telaşla saklanmaya çalışan bir adam görüyoruz. Bu adamın belli ki, düşmanları var. Adeta bir hayvan iç güdüsüyle hareket ediyor. Hatta başarılı bile sayılabilir. Ne de olsa onu arayanlardan daha yıkıcı sonuçları ortaya çıkarabiliyor. Ancak sonuç olarak yakalanıyor. Bu yakalanmanın ertesinde, klasik prosedürler silsilesi karşımıza çıkıyor. Sorgular, işkenceler... Ancak anlam veremediği nokta şu: Bu adamlar ne demek istiyor? Üzerine atılan bir bomba sonrası işitme duyusunu yitiriyor. Bu yüzden de insanlar ne dediklerini duyamıyor. Onun yerine kendi içinde bir değer yargısı sistematiği kuruyor. Bu sessiz adam yavaş yavaş kendi kaderine razı olacakken, yardımına doğa yetişiyor. Domuzların kapattığı buzlu bir yolda, mahkumları taşıyan minibüs, ani fren sonrası kaza yapıyor. Karakterimiz yani çeşitli metinlerde ismi Mohammed olarak görünse de, filmin içeriğinde pek de geçen bir mevzu değil. O yüzden karakterimiz demeye devam edeceğim. Bu kaza belki onun hayatta bulabileceği son şanslardan biri. Özgürlüğe atabileceği son şans bile olabilir. O da bunu değerlendirmeyi tercih ediyor. İşte o anda ölümüne kaçış başlıyor. 




Bu kaçış belki de özgürlük için bir kaçış değil. Daha çok hayatta kalmak için yapılan bir kaçış... Geceleri rüyasında İslami imgeler gören bir Afgan'ın yalnızlığına doğru kaçışı... Afgan olarak geçse de, belki de bir Çeçen kimbilir. Issız ormanların içine sıkışmış, Sibirya soğuğu ile mücadele eden bir adam sonuçta, başka şeylerin ne önemi var. 


İnsan ve doğanın savaşı... İşte tüm mesele bu. Ya da insandan kaçmak zor, yoksa doğada hayatta kalmak mı? Bu tür sorular filmin içinde kendimize sorduğumuz sorulardan birkaçı sadece. Zor koşullarda karakterimiz, ne yapılması gerekiyorsa onu yapmaya çalışıyor. Buludğu karıncaları, ağaçların kabuklarını, bir balıkçıdan çaldığı çiğ balığı yemekten çekinmiyor. Hatta film, içinde barındırdığı şu orjinal sahne ile akılda kalabilecek nitelikte. Karakterimiz yolda, bisikletle dolaşan bebekli bir kadını görüyor. Kadın kontrolü sağlayamayıp bisikletten düşüyor. Yerde duran kadın, paltosunun altından çocuğunu çıkartıp, ona süt emzirmeye başlıyor. Karakterimiz ise buna bile muhtaç, kadının yanına gidip, silahını doğrultuyor ve zorla kadının göğsünden sütü emmeye kalkıyor. 




Hatta bembeyaz karların arasında, meyve veren bir ağaca rastlıyor. Yediği meyvelerin halüsinasyona neden olmasıyla, yine İslami kadın figürleri görüyor. Mavi başörtülü mistik bir kadın, ona yol mu gösteriyor. Yoksa zehirlendiğini mi anlatıyor? İçsel bir bilinmezliğin kol gezmesine neden oluyor. Yasak meyvenin yenişi üzerine verilen bir ceza mı yoksa? Mavi peçeli kadın bunu mu anlatıyor, hepsi yoruma açık şeyler...


Başına sürekli talihsizlikler geliyor. Ayağını kapana kıstırıyor. Köpeklerin saldırısına uğruyor. Uçurumdan aşağı düşüyor. Üzerine oduncuların kestiği bir ağaç düşüyor. Bunca talihsizlik sonucu, daha da vahşi bir adamla karşılaşıyoruz. Önüne gelen kişiye saldırıyor. Herkes onun düşmanı gibi. Böylece karakterimiz, doğadan bile vahşi, yabani olmak zorunda kalıyor. 




Vincent Gallo ise tek başına filmi sürüklemeyi başarıyor. Bukalemunlaşan vahşi bir adam profiliyle, oyunculuk gösterisi sunuyor. Onun gibi yaramaz bir çocuğa da bu yakışırdı doğrusu. 


Yönetmen Skolimowski, bir açıdan orta doğu'nun acılı çocuklarının dramını verirken, bir yandan beyni yıkanan Müslüman'ların portresini çiziyor. Sinema kariyeri boyunca mesajlarını korkusuzca veren, bu asi yönetmen, gerçekleri tüm çıplaklığıyla vermekten kaçınmıyor. Ancak yine de bir taraftan da hedef göstermek istemiyor. Seyircisinin keşfetmesini istiyor. Kullandığı uzun planlar, kimi sinemaseverler için sıkıcı olabilir, ancak adeta filmin başrolünde olan özenli görüntü yönetimi, insanların akıllarına işleyecek olgunlukta...


Sonuç olarak izlemesi zaman zaman zor olsa da, güzel görüntüler eşliğinde bir kaçışa tanık oluyoruz. Bilinmeyenleri aydınlatmak bize kalıyor. İyi ve kötünün dünyasında bir kez daha hapsoluyoruz. Savaşın içinde bir röntgenciye dönüşüyoruz. Belki de beyaz atın üzerine dökülen kan, kan ile boyanan bir dünyanın portresini çizmeye yetiyor.







Hiç yorum yok: