Hayat bir tiyatro arenasıdır. Bu arenanın içinde kaybolmaya yüz tutmuş ruhları izleriz. İnsan ruhunu sadece yaşadıklarıyla besleyemez. Ruhu besleyen edebiyattır, sanattır. Bu yüzden de okuduklarıyla var olduklarını hissederler. Bir nevi cahilliğin kapısından bu yolla uzak dururlar.
Büyük bütçeli filmlerin usta yönetmeni Roland Emmerich, her zaman bildiğimiz sularından biraz sapıyor ve Anonymous ismindeki bu dönem filmini hayata geçiriyor. İnsanların tarih boyunca hayran kaldığı Shakespeare'e farklı bir gözle bakmamızı sağlamaya çalışıyor. Çünkü belki de tarih bir yalandan ibaret...
Filmimizin konusu ise şöyle; Oxford dükü tiyatroya düşkün soylu bir adam. Ancak adını kullanarak tutkulu olduğu tiyatro için yarattığı oyunlarını sergileyemiyor. Bu yüzden de izlediğini bir oyunda çok beğendiği bir yazara yani Ben Jonson'a bir teklifte bulunuyor. Kendi adınla benim eserlerimi sahipleneceksin. Böylece ülkenin en ünlü oyun yazarı olacaksın. O ise gururuna yediremeyip, bunu yapmak istemiyor. Ancak yakın arkadaşı oyuncu Will Shakespeare, bir oyun sırasında halkın büyük gaza gelmesi sonucunda kahraman olmak adına kendini öne itiyor. Böylece halk ona tapmaya başlıyor. Ancak tam olarak bilinmeyen şey, Shakespeare'in okumak dışında bir işlevinin olmayışı... Bu gerçek gizlenerek, bir anlamda Oxford dükü halkı yönetmeye başlıyor. Her oyununa tapılıyor. Tabii onu sevmeyen Cecil ailesi, her seferinde bir engel çıkartıyor. Buna rağmen tiyatro delisi Kraliçe Elizabeth, Shakespeare'in bir yıldız olmasına kapı açıyor.
Bu konu etrafında ne ararsanız var filmin içeriğinde. Komplo teorileri, tuzaklar, havada uçuşan yalanlar, skandallar gibi sürüsüyle entrika... Tabii gizlenen Elizabeth ve Oxford dükünün ilişkisi var. İnsanlara hükmetmek istiyorsanız, önce ruhlarına hitap etmelisiniz diyor bu film.
Anlatım stili olarak flashbacklerle geriye dönülürken, flash forwardlarla da ileri sarmaları izliyoruz. Tabii filmin içeriğinde olduğu gibi film, bir tiyatro sahnesinde başlayıp, bir tiyatro sahnesinde bitiyor. Çünkü ancak böyle bir sanata bu yakışırdı. Bu yüzden de katmanlı olarak olayların bağlantılarını bir basketbol potası ağları gibi iç içe kurguluyorlar.
Özellikle Rhys Ifans, Vanessa Redgrave, David Thewlis ve Edward Hogg'un üstün oyunculuklarıyla film adeta üst seviyelere çıkıyor. Atmosfer sağlamakta da film oldukça başarılı bir durumda, 130 dakikalık süresi içerisinde adeta o dönemlere gidiyorsunuz. Bir nevi halktan biri gibi olanları izliyorsunuz. Tek bir farkla... O da perde arkasındaki oyunları görebilen şanslı kişilersiniz.
Öyle bir Shakespeare portresi çiziliyor ki filmde, adeta ondan tiksiniyorsunuz. Bu adam mıymış bunca sükseye neden olan diyorsunuz. Çünkü William dediğimiz adam bildiğiniz üç kağıtçı, oyuncu ve hırsızın teki... Üstelik şantaj yapmaktan çekinmeyecek kadar da küstah bir adam. Belki bazı söylentilerden kurulan bir senaryoya sahip film, fakat siz o yalana filmi izlerken inanıyorsunuz. Son derece inandırıcı bir iş çıkartılıyor.
Dönem filmleri için belki de en önemli şeydir inandırıcılık... Bu film de bunu başarıyor. Tarihin tozlu sayfalarından çıkıp, dört dörtlük bir sinema ziyafetinden, önyargılarla da olsa işin içinden güzel doneler yakalanıyor. En koyu Shakespeare seven insanlar bile, filmin süresi içinde onun hırsız olduğuna inanıyor.
Tabii kimileri filmin sonunda bu ne böyle saçmalık diyebilir. O da sizin düşüncenizdir, saygı duyulur. Ancak yine de yaratılan bu atmosfere şapka çıkarmak lazım. Son dönemde bu kadar başarılı bir dönem filmi çıkmamıştı kanımca. Üstelik kurgu oyunlarını da başarılı kullanan bir filmle karşı karşıyayız. Ben filmi izlerken o dönemde olaylara birebir tanıklık isteyebileceğimi düşündüm.
Sonuç olarak aslında kararlara kraliçelerin bile müdahale edemediğini görüyoruz. Herkes bir şekilde yönetiliyor. İster başta olun, isterseniz olmayın. Sırf İngiltere tarihi için değil, tüm dünya için gerçek olan bu olay, güzel bir kurmaca zeka ile kotarılmış. Bu filme kayıtsız kalmayın. Vizyona girince görmeye çalışın. Olaya inanmasanız da, en azından bu açıyı da görmeye çalışın. Belli ki Emmerich, felaket filmlerinden daha hakim bu tip filmlere...
Dönem filmlerini sevenlere tavsiye edilir...
Young Earl of Oxford: How could you possibly love the moon when you have first seen the sun?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder