Kült, esas olarak “din” anlamında kullanılsa da, din ve sosyoloji bilimlerinde, çevrelerindeki kültür veya toplumun genel veya anaarterin dışı gördüğü inanç, uygulama veya ibadetlere kendini adamış bir birleşik insan topluluğuna verilen isimdir.

Kitsch, varolan bir tarzın aşağı bir kopyası olan sanatı sınıflandırmak-ifade etmek için kullanılan Almanca bir terimdir.

Klişe (Fransızca: Cliché) uzun süre çok fazla kullanılmış ve artık etkisini yitirmiş ifade, fikir ya da öğelerdir.

6 Aralık 2011 Salı

Hugo



Sinema büyülü bir sahnedir. Bu büyüyü değerli sinemacılar gerçekleştirirler. Küçük bir çocukken, sinemalar insanlara o büyüleyici atmosferlerini tattırdıysalar, o çocuk bir gün büyüdüğünde o büyüye kapılıp gidecek demektir. Bu tutku belki de onun hayatının şekillenmesine yol açacaktır. 


Martin Scorsese de bu olaydan etkilenmiş olacak ki, bir nevi saygı duruşu denilebilecek bir şekilde "Hugo", uzun ismiyle The Invention of Hugo Cabret'i sinemaya yansıtmış. Aslında eskiden 3D teknolojisi yoktu. Bu yüzden film iki boyutlu yapılabilirdi. Ancak günümüzde 3D filmler, seyirciye daha çok ulaştığı için olsa gerek, bu hikayeyi daha çok seyirciye ulaştırmak istedi.




Bizleri bir sinema tarihi yolculuğuna çıkarırken, diğer yandan da bazen gözden kaçırdığımız büyülü kareleri tekrardan görebilmemizi sağlıyor. Bizlere sinemayı sevdiren bu ilk ustaları büyük bir saygıyla hatırlamamız gerekir. Ne de olsa onlar olmasaydı, sinema olmazdı...


Filmi izlemeden önce herkesin ilk izlenimleri aynı oluyor kesinlikle, bu bir çocuk filmi mi? Cevap kısmen denilebilir. Çünkü filmin genel içeriğinde geçmişe bir yolculuğa bilet kazanıyorsunuz. Belki de daha önceden izlediğiniz şeylerin, sinemaya renkli yansımasına şahit oluyorsunuz. Mükemmel bir dünya yaratıyor kendi içinde. 




Peki konusu nelerden bahsediyor diye soruyorsanız, şöyle bir açıklama yapabilirim. İstasyonda yaşayan bir çocuğumuz var. Adı Hugo Cabret... Bu çocuğun tek hedefi var. Babasından kalan otomaton adı verilen ilk robotlardan birini çalıştırmak. Bu yüzden de yedek parçalara ihtiyaç duyuyor. Babadan kalam bir iş olan saatçiliği icra ederken, bir şeyleri tamir etmek onun hayattaki amacını temsil ediyor. İstasyonda yaşamaya çalışan bu çocuğun yedek parçaları temin etmek için gözüne kestirdiği bir oyuncakçı dükkanı var. Ancak bir seferinde tam bir oyuncağı yürütecekken yakalanıyor. Bunun üzerine çaldıkları karşılığında dükkanda çalışması gerekiyor. bu dükkanda çalışması da ona yeni bir dünyayı aralıyor. 




Çok da fazla detaya girmeden ancak bu kadar özetleyebildim filmin konusunu... Filmin içinde çoklu karakterler dikkat çekiyor. Özellikle de filmin büyük bir çoğunluğunun bir tren istasyonunda geçtiğini düşünürsek; dükkan sahipleri, görevliler ve oraya gelen insanlarla kalabalık bir oyuncu kadrosu hayl etmek çok zor değil. 


Bu kadroda belli başlı karakterler önplana çıkıyorlar. Usta oyuncular tek tek yan karakterler olarak görücü ye çıkıyorlar. Christopher Lee, kitapçı olarak, Emily Mortimer çiçekçi, Sacha Baron Cohen istasyon şefi, Ben Kingsley oyuncakçı, Frances de la Tour bir nevi pastaneci, Jude Law baba rolünde, Ray Winstone Hugo'nun amcası saatçi gibi göz kamaştıran bir oyuncu kadrosuna sahip filmle karşı karşıyayız.




Başroldeki çocuk oyuncu Asa Butterfield kocaman mavi gözleriyle yönetmenlerin hayali olan yüz ifadesine sahip olmakla beraber, ona eşlik eden güzel bayan Kick Ass ile özellikle çıkışa geçen ve bu filmde biraz daha büyüdüğünü fark ettiğimiz Chloe Grace Moretz filmin güzel yüzlerini temsil ediyorlar. O dönemin maceracı tavrını bu oyuncularda buluyoruz. Keşfetmeye olan tutku, karakterin ruhlarını sarmış durumdalar. 


Üç boyut teknoloji son yıllarda kullanılan en görkemli haliyle bizleri karşılıyor. Amaç ille belli parçaları insanın gözüne sokmak olarak kullanılmamış, tam tersine hikaye anlatımına katkıda bulunsun diye kullanılmış. Sinema dünyasında gezintiye çıkarken, bir nevi 3D şekilde de büyülenmeniz hedeflenmiş gibi. Bu yüzden de ilk defa 3D beni pek rahatsız etmedi. 




Eski filmlere nasıl bakarsınız bilmiyorum ama sinemanın ilk çekilen filmleri olsun, bu filmin içinde yer alıyorlar. İçerik olarak bir nevi belgesel görevi de görebilecek bu film, sinemanın en yaratıcı ilk yönetmeni Georges Melies'in hayatına kapılarını açıyor. Onun az imkanlarla çok şeyler yapabildiğine tanık oluyoruz. Büyünün kendi dokusuna kapılıyoruz. 


Sinema da bu değil midir zaten? Kendi hikayelerimizi, başkalarının hayatlarında görmek ya da hiç görmediğiniz birisinin yaşadıklarını kendi içinizde hissetmek... Büyü dediğimiz şey budur. Aklımıza kazınan şeyler budur. Scorsese de bunu bizlere sunmaya çalışmıştır. Küçük bir çocukken inanırsanız, o çocuğun hedefleri hep isizi hedefe ulaşana kadar taşır. 




Bu filme gidin, sinemayı yeniden keşfedin. Çünkü tarihte yapılan yolculuk belki de, kendinizi bulmaya yarar. Scorsese'de Spielberg filmlerini hatırlatan bir film. Belki de özlenen şeylerden biri de budur...


Büyüyü sinemanın tarihinde dolaşırken yakalayın...














Hugo Cabret: I'd imagine the whole world was one big machine. Machines never come with any extra parts, you know. They always come with the exact amount they need. So I figured, if the entire world was one big machine, I couldn't be an extra part. I had to be here for some reason.












Hiç yorum yok: