Her çocuğun benzer hayatları olmayabilir. Örneğin aklımızda hep İngiliz çocukların büyürken, holigan çetelerle boğuştuğunu, sokak serserileriyle takıldığını düşünen insanlar olabilir. Ancak bu biraz palavradır. Yani herkesin hayatı aynı olmak zorunda değildir. Dünya değişkendir.
Nitekim Toast filminde de tam tersi bir durum hakim olaya. Elimizde bir çocuk var. Okulda tek bir arkadaşı var. Onunla da bazı hayatındaki olayları danışmak üzere buluşuyor. Daha çok evden okul, okuldan ev mantığında bir yaşama sahip, çünkü ailesi çocuğun üzerine fazla düşüyor. Bu da onun küçük dünyasında boğulmasını sağlıyor.
Nigel, fazla üzerine düşen annesi ve babasıyla yaşamaktadır. Babası her yaptığı işi eleştirirken, annesi de çocuğunu her şeyden korumak adına hayatın güzel zevklerinden mahrum bırakmıştır. Nigel ise keşfetmeye niyetlidir. Hayatını bunun için harcamak ister. Özellikle de annesinin kötü yemek yapmasından olacak ki, her gün evde tost yemekten bıktığı için, yemeklere karşı özel ilgisi vardır. Bu da onun yemekler üzerine keşifler yapmak istemesini sağlar. Annesi sürekli akciğerlerinden hasta olduğu için, çoğunlukla oğluna yardım edemez. Ve bir gün Nigel'a öğreteceği tek şey olan turta tarifini veremeden hayata veda eder. Babası eve bir temizlikçi kadın alır. Joan Potter adındaki bu kadın, evdeki Nigel'ın yeni rakibi olur.
Bir nevi büyüme hikayesi olarak nitelendirebileceğimiz Toast, küçük bir çocuğun ailesinin dolduramadığı boşluğu, yemeklerin doldurduğu dünyasına eğiliyor. Sevdiği herkesin ondan uzaklaşması ya da gitmesi üzerine, kendine aşçılık üzerine bir dünya kuruyor. Bu yüzden de damağında aldığı tatlar, onun en iyi anıları olurken, bu anılar da en iyi arkadaşı oluyor.
Hayatında tanıdığı kilit insanlar var küçük Nigel'ın. Bunlardan biri bahçıvanları Josh, ona doğal hayatın ve yaşamanın güzelliklerini gösterirken, belki de ilk kez sınırlarını zorlamasını söyleyen adam oluyor. Bir diğeri yakın dostu Warrel... Neredeyse her konuda konuşabilen bu küçük çocuk, taşınana kadar Nigel'ın kader ortağı oluyor. En sonuncu hayatına dokunan kişi ise Nigel'ın biraz büyüdüğünde karşısına çıkan part time çalıştığı bir mutfaktaki patronun oğlu Leonard, onun estetik hareketleri ile ilk kez cinselliğe biraz yaklaşıyor.
Ancak böyle bir filmde yemek yapan bir çocuk ancak eşcinsel olabilir gibi verilen alt metin, çok da uygun kaçmamış. Özellikle de bu kadar boşlukta kendine hayat edinmenin derdinde bir kişi için. Tabii bu bir gerçek hayat hikayesi olduğundan belki de gerçek kişiliğin eşcinselliğine de vurgu yapılmış olabilir. O yüzden de çok da yorum yapmamak bu konuda hayrımıza sanıyorum.
Küçük oyuncu Oscar Kennedy son derece iyi performans gösteriyor. Tepkileri, oyunculuğu son derece başarılı bir çizgide kullanılmış. Daha sonra büyümüş halini oynayan Freddie Highmore da malum çocuk oyunculuktan yetişme bir genç delikanlı artık. Üstelik onun narin, kırılgan yüzü filme ayrı bir anlam katıyor.
Helena Bonham Carter'ın belki de en büyük sorunu fazla abartılı performanslar sergilemesi... Bu filmde de gereğinden büyük oynuyor. Bu büyük oynayış kimilerine sempatik gelirken, kimileri için de itici gelebiliyor. Zaten şu ana kadar oynadığı filmlerde en sade oynadığı film olan Wings of Dove filmiyle Oscar'a aday olmuştu. Belki de keramet büyük değil, yerinde oynamaktadır.
Sonuç olarak naif, sakin bir film Toast... Yemeklerden bir dünya kuran çocuğun, büyürken yaşadığı zorluklara derinlemesine olmasa bile, belli bir konsept üzerinden bizlerin tanık olmasını sağlıyor. Boş bir vaktinizde zaman bulursanız, hoş bir seyirlik olarak deneyebilirsiniz. Ancak filmin insanı acıktırdığı etkisini de unutmayalım, ona göre evdeki yemek stoklarına bir bakın derim...
Mrs. Potter: I brought you a cup of tea, nice with a cake.
Nigel Slater: I don't want to, I don't have to have it. I don't want you in my life anymore!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder