Kimileri ise şanslı olur. İstedikleri yolunda ısrarcı olurlar. Gece gündüz kapı önlerinde beklerler. Fakat bir bakmışsınız henüz ilk deneyimiz bir uzun metraj film olmuş. İşte tip şanslı kişilerin, bir sinema filmi yaratma sürecinde önemli anıları olabilir. Biz de şimdi öyle bir adamın hikayesine konuk oluyoruz: My Week with Marilyn...
Filmimiz konusu kısaca şöyle: Colin Clark isimli bir gencin en büyük hayali, idolleri olarak gördüğü bazı yönetmenler gibi bir yönetmen olmaktır. Bu yüzden de prestijli okulları seçmeyerek, ailesinin tüm ısrarlarına rağmen film sektörüne girmeye çalışır. Uzun uğraşlarından sonra bir film üçüncü yönetmen asistanı görevini kapar. Film Laurence Oliver'in filmidir. Daha da önemlisi filmin baş rolünde Marilyn Monroe oynayacaktır. Marilyn Monroe'un İngiltere'de çekeceği ilk film olacağı için büyük heyecan vardır. Ancak filmin çekimleri sırasında Marilyn adaptasyon sorunları yaşar. Kocası yazar Arthur Miller bile ona katlanamaz olmuştur. Colin ise çalışkanlığıyla övgü toplarken, Marilyn Monroe'nun da gözdesi olmaya başlar. Marilyn, Colin dışında kimseyle konuşmak istemez. Bu yüzden de film krize doğru sürüklenmeye başlamıştır. Colin Clark ise bulutların üzerinde bir set deneyimi geçirmeye başmıştır.
Bir nevi hayallerin üst seviyelerine ulaşan ana karakterimizle baş başayız. Aslında film çekmeye hevesli bir gençken, Marilyn'in ona ilgi göstermesiyle birlikte bir anda onun büyüsüne kapılır. Bu büyüye kapılmanın çok büyük hayal kırıkları olduğu bilinmektedir. Ancak Colin yine de, hayatının bu güzel günlerini değerlendirmek için elinden geleni yapar. Belki de en büyük destekçisi filmin hem başrol oyuncusu, hem de yönetmeni olan Oliver'dır. Belki bu hayat tecrübesi ona büyük dersler verir.
Marilyn Monroe filmin bir nevi ilgi odağı olsa da, film direkt olarak ona odaklanmıyor. Bir film çekimleri sırasında genç bir delikanlının rüyalarında dahi göremeyeceği bir dünyaya adım atması anlatılıyor. Marilyn Monroe da bu vesileyle çeşitli yönleriyle resmediliyor.
Bu resimde özellikle insan ilişkilerindeki sorunlu yönleri ön plana çıkartılırken, haplar ve sakinleştiricilerle uyuşturulan bir kadının dramına tanık oluruz. O büyük bir yıldızdır. Ancak kendi içinde çaresiz küçük bir kızdan fazlası değildir. Her daim ilgiye muhtaç yaramaz bir çocuktur. Şöhret hoşuna gider, ondan vazgeçemez. Ancak onu yavaş yavaş öldüren de bu şöhretin ta kendisidir.
Oyunculuk yeteneği sınırlı bir kadındır o. Kat kat iyi oyuncular vardır. Ancak o çağlar onun çağıdır. Çünkü tavırlarıyla, hareketleriyle bir idol, halkın ilgi odağı haline gelmiştir. Bu yüzden de halka ve basına oynadığı oyun, onu büyülü bir imge haline getirir. Öyle ki yüzyılın sinema ikonları düşünüldüğünde, sinemaya pek de katkı yapmasa da adı hep alınacaktır. o bir figürdür. Bu yüzden de ilgi çekiciliğini hiç yitirmez.
Michelle Williams, her gün biraz daha gelişen oyunculuğunda, bir nevi kendi kariyer zirvesine ulaşıyor bu rolle. Monroe'yu bir anda büyüleyici kılarken, bir yandan da onun kırılgan hallerini en düzgün halde sergilemek için elinden geleni yapar. Bir nevi Marilyn'in vücut bulmuş hali demek isterdim ama bana göre Marilyn'den daha güzel bir kadına bürünüyor kendisi. Ben filmi izlerken resmen Marilyn'i değil, Michelle'i istedim. İlgi odağı Michelle haline gelmişti. Bu yüzden de belki de, Oscarlarda adı geçse de, heykelciği kucaklamayabilir. Çünkü o kadar harika ki, sanki Marilyn'den bile iyi...
Kenneth Branagh da ayrı mükemmel bir tablo çiziyor. Oyunculuğu zaten dillere destan olan Branagh, karakterine ekstra bir gösteri sunduruyor. Karakterine baktığımızda harika bir oyuncu olan Laurence Oliver'ı canlandırıyor. Ancak bu karakterin belki de en büyük sıkıntısı, iyi oyuncuyken, yıldız olamamanın eksikliği büyük sıkıntı yaratıyor. Bir nevi Kenneth Branagh'ın yaşadığı durumun aynısı gibi gözüküyor. Kimbilir belki de kendisini oynadı. Bu yüzden de bu kadar rahat bir performans sergiliyor. Tek kelime ile mükemmel...
Film başlı başına bir yıldızlar topluluğu şeklinde sayılabilir. Kısaca saymak gerekirsek; Judi Dench, Julia Ormond, Emma Watson, Toby Jones, Dougray Scott, Dominic Cooper başı çeken isimler olarak göze çarpıyor. Bu kişilerin yanına hikayeyi gözünden gördüğümüz Colin Clark'ı canlandıran Eddie Redmayne de eklenebilir. Ancak o diğerleri kadar görkemli sayılmaz. Çünkü rolündeki toy, saf delikanlıyı oynarken, sade ve gösterişsiz oynayarak yerini bilmiş. Fakat daha ötesine geçmemiş.
Film bir dönem filmi yapmanın zorluklarını kendi içerisinde yenerek, Monroe'lu dönemlere bizleri götürüyor. Sanki onun yaşadığı dönemlerde nefes alıyoruz. Bu nefes ile sinemanın bir tarihine daha tanıklık ediyoruz. Senaryosu son derece başarılı işlerken, oyunculuklar önplana çıkıyor.
Sonuç olarak oyunculukların, özellikle de Michelle Williams'ın performansı için izlenebilecek bir filmle karşı karşıyayız. Tabii Kenneth Branagh'ı da unutmayalım. Çok ciddi rakiplerle karşılaşmazsa bu sene Branagh ödülü kucaklayabilir bile bakarsınız.
Marilyn Monroe'ya ilginiz varsa, ya da sinema dünyasının bu dönemlerini merak ediyorsanız, bu biyografik filmi tavsiye ederim. Marilyn öyle bir resmediliyor ki, tüm kusurlarına rağmen o büyünün ta kendisi olduğunu ispatlayan bir kadın olduğu gösteriliyor...
Görürseniz Marilyn'e merhaba demeden geçmeyin...
Sir Laurence Olivier: Remember boy, when it comes to women, you're never too old for humiliation.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder